– Tomurcuk ne demek dede? Ben dallarda bir tane bile tomurcuk göremiyorum.
Dedesi, Goguş’un aslında tomurcukları gördüğünü ama tomurcuğu bilmediğini fark etti. Yaprakların arasında o ufak çekirdek kadar elmacıkları bulup, torununa gösterdi. Ama o elmacıklar, Goguş’un kışın yediği güzel ve tatlı elmalara hiç benzemiyordu. Goguş o tomurcuklardan koparıp birkaçını ağzına attı, ama bu tomurcuklarda hiç elma tadı yoktu… Goguş, sıcak yaz günlerinde o elma ağacının gölgesinde oturup dedesinin uzun ve bitip tükenmez masallarını dinlerdi.
Dedesi, Goguş susayıp su isteyince torununa sorardı:
– Elmaları da sulayacak mıyız?
Goguş hemen kabul ederdi.
– Haydi, sulayalım dede!
Günler geçtikçe elmalar büyüyordu. Goguş elmaların nasıl büyüdüğünü hiç anlayamıyordu. Elmalar ilk önce erik kadar, sonra ceviz kadar, daha sonra da Goguş’un yumruğu kadar oldular. Önce renkleri yeşil, tatları da ekşiydi. Ama günler geçtikçe, elmalar güneşe baka baka önce tatlanmaya, sonra da pembeleşmeye başladılar…
Artık zamanı gelmişti, elma ağacını tanımak mümkün değildi. O bembeyaz çiçeklere bürünen ağaç değişmiş, Goguş’un düşünde gördüğü ağaca benzer hale gelmişti. Ağacın dalları, artık iri iri elmalarla doluydu. Uzaktan bakınca, ışıklarla süslenmiş büyük bir Noel ağacına benziyordu. Rüzgâr esince ağacın elmayla yüklü dalları iki yana sallanıyor, tık, tık sesler çıkararak pencerenin camlarına dokunuyor ve geceleyin odada uyuyan Goguş’u korkutuyordu… Bahçenin kenarından gelip geçenler bu elmaları görünce hayran hayran bakıyor ve o elmalardan yemek istiyorlardı. Goguş, artık elma çiçeklerinin nasıl değişip kırmızı kırmızı elmalara dönüştüğünü öğrenmişti. Oysa şehirdeki çocuklar, bütün bunları büyüklerinden ya da kitaplardan öğreniyorlardı. Ama anlatılanlar görülenlere hiç benzemiyordu. Goguş bütün bu olanları izlerken dedesine yardım da ediyordu. Dedesiyle birlikte sık sık elma ağacını suluyor, dallarını okşuyor, seviyordu…
Dedesinin, başkalarına: “Goguş bana hep yardımcı oluyor,” demesinden çok hoşlanan Goguş, bir tırtıl gibi her işin ucundan tutuyor, bütün gün dedesine yardım ediyordu. Bahçede elma, erik, kiraz, kayısı, şeftali, ayva, armut… Çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Goguş bu ağaçlar içinden en çok armut ağaçlarını severdi. Bahçedeki iki armut ağacının ikisi de upuzundu, ikisinin de dalları gökyüzüne kadar uzanıyordu. Rüzgârlı havalarda, armut ağaçlarının yaprakları hışırdar, sanki o ağaçlar eğilerek birbirinin kulaklarına gizli bir neşeyle fısıldarlardı. Yaprakları küçük ve parlaktı. O ağaçların her ikisinde de ta güz bitimine kadar sarı sarı armutlar asılı dururdu. Kasabadaki elektrik direklerinde birçok lamba asılıydı, o lambalar da tıpkı bu ağaçların armutlarına benziyordu. Ama bu armutlar geceleyin sokakları aydınlatamıyorlardı. Ağaçlardaki sarı armutlar tıpkı güneş gibi parlarlardı. İlkbaharda armutlar çiçek açınca Goguş’un dedesi armut ağaçları ile söyleşirdi. Onların kulağına:
– Armut ver! Armut ver! diye fısıldardı.
Armutlar, her yıl Vasi dedenin söylediklerini anlıyormuş gibi bol bol armut verirlerdi. Armutların bereketli dallarında büyüyen meyveler toplamakla bitmezdi. Her iki ağaçta da iri, güzel, hem de çok tatlı armutlar olurdu. Bu armutlar, ısırınca insanın ağzında şeker gibi eriyiverirlerdi…
Vasi dede ilkbaharın sonlarına doğru torunuyla bahçeyi geziyordu. Bahçe cennetin bir köşesiydi sanki. İlk önce ağaçların olduğu yere gittiler. Vişne ağaçları artık yemyeşil ve çok güzeldiler. Bahçenin içi sürülmüş, temizlenmişti. Bahçede ne bir ot, ne bir çöp kalmıştı, her yer tertemizdi. İşçilerin bahçeyi bu hale getirinceye kadar ne çok zahmet çektikleri hemen belli oluyordu.
Vasi dede de o bahçeyi çok severdi. Ama onun asıl gururu meyve ağaçlarıydı. O meyve ağaçlarından birisi kapının tam önüne dikilmişti ve bu ağaç buram buram kokusuyla, güzelliğiyle sadece ev sahiplerine değil, mahallede yaşayanlara, sokaktan geçenlere de mutluluk verirdi. Çiçek açtığında kokusuyla bütün mahalleyi adeta sarhoş ederdi. Ağaçlar güzelce budanmıştı ve hepsi de çok bakımlıydı.
Vasi dede, torunuyla o ağaçtan bu ağaca geziyor, ağaçların her bir dalını sıvazlayarak seviyordu. Çünkü her fidanı kendi elleriyle dikmiş, onları vaktinde sulamış, onlara gözü gibi bakmıştı. Ağaçları, zarar verecek her şeyden korumuştu. Kayısı ve kiraz ağaçları öyle güzel meyveye durmuşlardı ki insan şaşırıp kalıyordu…
Vasi dedenin kiremit çatılı, ufacık, güzel evi, bahçenin tam ortasında duruyordu. Vasi dede o evi de çok severdi. Evin ortasında ise masa ve masanın etrafında da uzun iskemleler vardı. Çamur olmasın diye evin zemini tahta döşeme yapılmıştı. Evin etrafı parmaklı çitle ve çalılarla kaplıydı. Vasi dede, hava çok sıcak olduğunda ya da çok yorulduğunda bu küçük, şirin evin içinde otururdu. Akrabalarının ve misafirlerinin çoğu da bu evde oturup dinlenirler, Vasi dedenin ikram ettiği bir fincan kahveyi içerek dertlerini anlatır, sorularına cevap ararlardı.
Evin yanında zerdali, elma, armut, kiraz ve şeftali ağaçları vardı. Bahçede, kapının önündeki çiçekler ta ilkbahardan güze kadar açar, etrafa sevinç ve neşe saçarlardı. Leylak, lale, zambak, sümbül, papatya, karanfil, altıncık ve gülfatma… Bahçede her çeşit çiçek vardı. Kırmızı, beyaz, sarı ve mor güller, burcu burcu kokularıyla insanı adeta sarhoş ederdi. Bu çiçeklerden bazıları, güz mevsiminde, Meryem Ana’nın güzelliğini görmek için geç açarlardı. Güz çiçeklerinin güzelliği, yılın son renkli cömertliği olurdu.
Bahar geldi mi, elma, armut, kiraz, zerdali, şeftali… Bütün ağaçlar çiçek açar, bu büyülü çiçekler köyü beyaz bir gelinlik gibi kuşatırdı! Gagauzların, Bulgarların, Moldovanların evleri, sanki bu beyaz çiçekler arasına saklanırdı. Bu uçsuz bucaksız çiçek denizi içinde, akşamları köydeki evlerin sadece pencere gözleri parlardı. Evler bu çiçek deryasının büyüsü bozulmasın diye sessizce dururlar, kıpırdamaya korkarlardı adeta. Ancak zalim rüzgâr ikide bir hırçınlaşıp uğuldar, bu ilkbahar gelinliğinin duvağını savururdu. Rüzgâr, bu beyaz köpüklü denizi andıran bahçeleri dağıtır, ağaçların duvaklarını yolar, o gelinlerin bembeyaz saçlarını, takılarını, süslerini, saçlarını dağıtır ve büyülü kokularını dört bir yana savururdu…
Köydeki her evin, her ailenin, her bahçenin ayrı bir sesi, ayrı bir kokusu vardı. Sadece evlerin yanında yer alan ahırlardaki hayvanların kokusunu tahmin etmek çok zordu. Çünkü her ahırın ayrı ayrı sakinleri vardı. Bu sakinler at, eşek, inek, domuz, koyun ya da keçiydi. Bu hayvanların sesleri birbirine karışınca ineklerin iri sesleri, kuzuların, oğlakların ince seslerine karışır ve bir hayvanlar senfonisi başlardı… Kuşların sesi de bu seslere karışarak gökyüzünü doldururdu. Leylekler damın üstündeki yuvalarında “Tak tak!” takırdar, güvercinler saçak boylarına dizilip gugurdarlardı. Horoz kendi sesiyle hepsini bastırmayı ister; ama öfkeli hindinin karşısına çıkamazdı. Ördekler suyun içinde yüzerek bağırırlar, ama kime bağırdıkları belli olmazdı. Hepsi de gevezedir, akşama kadar “Vrak! vrak! vrak!” öterler. Köydeki СКАЧАТЬ