Otobüste, yolcuların tamamı kendi âleminde, kendi hülyalarına dalmış uzun bir boşluğa bakıyorlardı. Otobüsün tekerlekleri zaman zaman yolcuların hülyalarını çiğniyordu. Otobüs kâh bir çukura dalıyor, kâh bir tümsekten geçiyor; herkesi sarsıyordu. O anda yolcuların hülyaları da paramparça oluyordu.
Ankara’dan geçtik. Ne büyük başkentmiş Ankara. Kimleri ağırlamadı ki, hangi hükümdarlar bu yollardan geçmedi ki? Ben, şimdi o hükümdarlar kadar başı dik geçiyordum Ankara’dan. Ankara’yı fethetmiş gibi başımı biraz daha yukarı kaldırıyordum. Ne bahtı açık bir insanmışım ben! Ankara’yı da gördüm! İstanbul, ah İstanbul! İşte ben geldim. Aç kollarını, görmek için rüyalara daldığım İstanbul. Her gece rüyalarımda, kollarını açıp beni çağırdığını duyardım. Ama gelemezdim, bir sürü canavar yolumu keserdi. Zebaniler gibi beni ateşe atmak isterlerdi. Rüyalarımdaki buluşmamıza bile engel oluyorlardı. İstanbul, senin için ne canlar feda oldu bilsen… Bitti artık. Her şey bitti. Şimdi özgürce senin yollarına düştüm, bekle, geliyorum…
Otobüsün tekerleğini ne kadar küçük yapmışlar. Ne biçim mühendis bunlar? Tekerlek dediğin, her döndüğünde şehirlerden şehirlere, kıtalara varmalı. Bu mühendisler, galiba aşkın ne olduğunu bilmiyorlar, çırpınan gönüllerin hâlinden anlamıyorlar. Bu yüzden de tekerlekleri ufacık ufacık yapmışlar. Tekerleğin çapı beş yüz metre hatta bin metre olmalı. Her döndüğünde yüzlerce kilometreyi devirmeli. Yoksa İstanbul’a geç ulaşırım. İstanbul üzülür. İstanbul’daki insanlar üzülürler. Onlar beni bekliyorlar. Yıllardır, birbirimize hasret kalmışız. Bu kadar üzüntü ve bekleyişe artık son verilmesi gerekir.
İstanbul! Ah İstanbul! İşte yaklaştım, az kaldı, geliyorum…
Otobüs Harem’de durdu. Bağrışmalar, çağrışmalar, yolcuların kimi otobüslerden iniyor, kimi biniyor… Simitçiler, ellerinde termosla çay satanlar… Camdan diğer tarafa baktım. Deniz…! Denizi gördüm! Gemiler limana yanaşmış, tırlardan gemilere vinçlerle aktarma yapılıyor. Belki, Kerkük’te gördüğümüz tırlar bu tırlardı. Belki şoförlerin yanına gitsem beni tanırlar… Beni hatırlarlar… Yerimde oturup hiç kımıldamadım. Muavin yanıma geldi: “Ağabey nerede ineceksin? Yolda da sordum yine söylemedin. Bak, bir burası var, bir de karşıya geçip, Avrupa yakasında duracağız. Orası son duraktır.” Hiç beklemeden: “Avrupa yakasında ineceğim,” dedim. Sanki Asya yakasını gezdim de Avrupa yakası kaldı! Ne ilginç bu insanoğlu?
Muavinden başka kimse bana yanaşmadı, kimse benimle konuşmadı. Herkesin gözünün içine bakmaya çalıştım. Herkesi süzdüm. Bakışlarımla herkese: “Ben buradayım,” dedim. Ne kimse baktı, ne de kimse dinledi… Otobüs Avrupa yakasına doğru yol aldı. Asma köprüye yaklaşırken Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün adını köprü girişindeki tabeladan okudum. Köprünün üzerinden geçerken içim bir tuhaf oldu. İlk defa deniz görüyorum; ilk defa denizin üzerinden geçiyorum. Resimlerde gördüğüm asma köprü bu olsa gerek,” dedim. “Fakat soluma döndüm, uzakta, mesafeyi kestiremediğim bir uzaklıkta bir köprü daha vardı. O da neyin nesi? Demek ki İstanbul’da iki asma köprü varmış…
Otogarda indim. Yüzümü ne tarafa çevireceğimi bilmiyordum. Otobüs şirketlerinin servisleri varmış. Bizde böyle bir şey yok. Hoşuma gitti doğrusu. Ama nereye gidecektim? Servis şoförüne sıkı sıkı sakladığım bir kâğıt parçasını uzattım. Bir arkadaşımın kardeşinin adresi yazılıydı o kâğıtta. Adres sahibini ben tanımıyordum. Fakat Kerkük’teki arkadaşım bana, kardeşinin adresini verirken göğsünü gererek: “Sen ona git, o senin için her şeyi halleder,” demişti. İşte, can simidim o ufacık kâğıttı. Şoföre uzattım:
“Bu adrese nasıl gidebilirim?” diye sordum.
“Merak etme, oraya yakın bir yere kadar gidiyor servisimiz,” dedi…
Sora sora buldum adresi…
Yolda herkesin gözünün içine bakıyordum. Yıldızlarla bu kadar haber göndermiştim. Hiçbirini almamışlar. Hiçbiri benim geleceğimden haberdar değil. Yanımdan vızır vızır gelip geçiyorlar. Erkeği kadını bir telaş içindeydi. Şaşırdım, “Ne oluyor bunlara?” dedim. Büyük bir pazar kurulmuştu. Hafta Pazarı diyorlardı. Pazarda ne ararsan var.
Adrese zor belâ ulaştım. Aksaray’da idi. Gündüz vaktiydi. Daire en üst kattaydı. Kapıya vurdum, açan olmadı. Tekrar tekrar vurdum, yine açan olmadı. Kapıya defalarca vurmamdan dolayı alt katta oturan yaşlı bir teyze dışarı çıktı. Kimi aradığımı sordu.
“Timur Hadi,” dedim. “Timur abiye bakmıştım. “
“Bu saatlerde Timur evde olmaz, iştedir, akşam sekizden sonra gelir,” dedi.
Öğle olmuştu. Saat birdi. Timur’un gelmesine yedi saat var. Canım sıkılmaya başladı. Bu büyük şehirde yedi saat nasıl bekleyeyim? Kimseyi tanımıyorum ki, yanına gideyim. En kötüsü de beni kimse tanımıyor!… Kendi kendimi teselli etmeye çalıştım: “Genç ve delikanlısın, ne diye hemen panikledin?” diye söylendim içimden. Apartmanın dışına çıktım. Aynı caddede, belki yüz defa gelip gittim. Kimse yüzüme bakmadı bile. Susadım. Bir kasap dükkânının önüne gelmiştim. Bir bardak su rica ettim. Adam, yüzüme şaşkın şaşkın baktı. Galiba beni dilenci sanmıştı, duygularını tam anlayamadım. Ama bir bardak su verene kadar, tepeden tırnağa süzdü beni. Kılık kıyafetime baktı. Elimdeki valizden dilenci olmadığımı, bir yolcu olduğumu ve bu şehrin yabancısı olduğumu anlamış olmalıydı. Suyu içtim ve teşekkür ettim. Ne kim olduğumu, ne de nereli olduğumu sordu. Anlaşılan onu pek ilgilendirmiyordum! “Hey, kasap amca, seninle her gece yıldızlar aracılığıyla konuşurdum. Sende mi beni tanımıyorsun?…” Aylar sonra anladım ki, kasabın bana şaşkın şaşkın bakışının nedeni; suyun bakkallarda satılıyor olmasıymış! Suyu, bakkaldan parayla almak gerekiyormuş. Öyle önüne her gelenden su istemek olmazmış. Bedava su içmek yok, her şey parayla, sadece parayı veren düdüğü çalar.
Caddede dolaşıp durdum, akşam oluyordu, saat yediyi birkaç dakika geçer geçmez hemen apartmana çıktım. Dairenin kapısının önüne oturup bekledim. Her üç dört dakikada bir saatime bakıyor, Timur’u dört gözle bekliyordum. Saat sekize yaklaştıkça kalbim de küt küt atmaya başladı.
Akşam oldu. Saat sekizi epeyce geçti, telaşlandım. Artık saate bakamıyordum. Gözlerim, aşağı katlardan kıvrılıp gelen basamaklara dikildi. Apartman kapısının açıldığını ve birilerinin basamaklardan ağır ağır çıkmaya başladığını gördüm. Büyük bir ihtimalle gelen; Ahmet Haşim idi! Çünkü ‘Merdiven’ şiirinde yansıttığı o duygu ancak şu an bu basamakları çıkan kişide olabilirdi. Herkül’ün taşıdığı kürenin ağırlığından daha ağır bir yükü taşıyordu bu adam sanki… Kerkük’teki arkadaşım bana bu adresi verirken bir de kardeşinin fotoğrafını göstermişti. Kıvırcık saçlı birisi göründü merdivenlerden. Yorgun bir hâli vardı. Ayağa kalktım. O, beni görünce son basamağa ayağını atmadı. Durdu. Resimdeki adamdı. Ama saç şekli değişmişti. Bana baktı; “Sende kimsin?” diye sordu. “Ben Orhan’ın arkadaşıyım,” der demez, yavaşça ama duyabileceğim bir sesle: “Yine mi?” dedi, “Hoş geldin, içeri buyur.” Oh be, dünya varmış! İşte bu kapının açılışı, benim hayalimdeki umutlarımın kapısının da açılışı olabilirdi.
Ev, СКАЧАТЬ