Belki de hayatında ilk defa böylesine sert bir şekilde karşılanan gazeteci şaşırmıştı, çekine çekine oturdu. İki demlik çay getirdiler, birini özel olarak Komutan, diğerini de konuk için. Komutan önce konuğa, sonra da kendine çay koydu:
–Çayını iç. Kusura bakma, limonumuz yok, çölün düzündeyiz.
–O anda gazeteciye ekşimekle iyi bir şey yapmadığını anladı. Gelen misafirdi ve bu zavallının ne suçu vardı, gülümsemeğe çalıştı: Kafana takma. Günlerimiz böyle geçiyor. Milleti Ermeni’nin karşısında eli yalın ve aciz bırakmışlar. Kimsede havsala kalmamış. Hoş geldiniz, sizi dinliyorum.
Gazeteci biraz olsun rahatladı.
–Sizinle röportaj yapmak istiyorum.
–Sevgili dostum, geçen gün bir kahpe gelmiş. En kutsal varlığı olan canını vererek şehit olan yiğitler bir tarafta kalmış, düşmüş şehre o sokak senin, bu cadde benim. Nerede bir kilitli kapı varsa hepsini çektirmiş. Dün televizyonda seyrettim. Halk şehri bırakıp kaçmış-diyordu. Saçından yakalayıp pisliğin ortasına daldıracaksın ve diyeceksin ki, peki Ermenilere engel olanlar kim? Hükümet mi? Yoksa senin baban mı? Kim kaçmış be kahpe, nereye kaçmış?! Şu köşede gördüğün okulda derse giren öğrencileri Amerika’dan mı getirdiler?! Olmadı be dostum..! Bari bırakın öldüğümüz yerde rahat can verelim. Ermeni bir taraftan, hükümet bir taraftan, siz de bir taraftan. Heey, oradan Gayret Dağarcığı’nı sesleyin. Hükümet yoktur beyim. Var, ama kim için, kendileri için. Hükümet hükümet olsaydı, aklımız arkamızda kalmadan savaşmamız için kadını, çoluk çocuğu çoktan buradan çıkarmalıydı. İnsan ne kadar dayanabilir!? Gece siperdesin, sabah gelip bir bakıyorsun roket düşmüş ocağına, evini barkını, aileni parça parça etmiş. Bu yöneticileri dünyaya anneleri getirmiş de, bizleri inek mi doğurmuş?! Sizinkiler çocuk da, bizimkiler ecinni mi?! Ailelere ne kadar ısrar etsem de, mecbur bıraksam da çocuklarını şehirden uzaklaştırmıyor, kendilerine, gururlarına yediremiyorlar. Ayıptır diyorlar; ama roket ayıp falan dinlemiyor be, dinlemiyor! Gece burada mıydın?
–Buradaydım.
–Atılan roketi gördün mü?
–Gördüm.
–Donuna kaçırmadın değil mi..?
… Gece Dolu fırlatılmaya başladığında ilk patlamada bina öylesine titredi ki, zelzele olduğunu zannetti. Yattığı yerden fırladı ve don gömlek kendini pencereden dışarıya attı. Ev sahibi ise onun pencereden kendini dışarıya atışını seyrederek güldü. Önce çocuklarını bodruma indirdi, sonra dönüp onun pantolonunu aldı ve bahçeye çıkarak üzerine attı:
–Al giyin! Ayıptır. Ermeniler aniden gelirse rezil oluruz bu halinle.
Titreye titreye sordu:
–Ne bu?
–Şekerlemedir, Ermeniler atıyor.
Ev sahibinin böylesine sakin ve temkinli olması bile onun titremesini durduramadı. Ev sahibi misafirinin müthiş bir korku duyduğunu, neredeyse delirmek haddine geldiğini hissedip bir bardak votka getirdi:
–Al iç! Al, utanma. Biz de önceleri böyle oluyorduk.
Votkayı bir nefese dikti, aldığı soğanı da elma gibi ısırdı. Votka onu biraz sakinleştirdi. Ancak Dolu dindikten sonra tekrar eve dönmeye çekindi ve bahçedeki kütüklerin birinin üzerine oturdu.
–Bir bardak daha…
Ev sahibi gidip bir bardak votka daha getirdi ve güle güle:
–İt oğlu itlerin votkası roketin ilacıdır.
İkinci bardaktan sonra kendine gelerek sordu:
–Peki çocuklar için korkmuyor musun?
–Korkmaz olur muyum? İnsan değil miyim? Eşime git köye diyorum gitmiyor, seni bırakıp nereye gideyim diyor. Çocuklar, anamız gitmiyorsa biz de gitmiyoruz diyor. Şimdi bu halkın neler çektiğini anlıyor musun..!?
…Geceyi yeniden hatırlayan gazeteci:
–Gerçek şu ki, çok korktum.
Bu anda askeri elbisenin içinde adeta kaybolan, elindeki tüfekten en fazla iki üç karış uzun olan esmer tenli bir çocuk yaklaşarak asker selâmı verdi:
–Yoldaş Komutan! Asker Gayret Dağarcığı, emrinizi bekliyor!
–Yaklaş bakalım! Bunun kaç yaşında olduğunu biliyor musun? On beş. Siperden çıkaramıyorum. On defa kovdum, gittim baktım yine sipere yatmış. Artık kovmuyorum.
–Gidebilirsin.
–Oldu! –Diye Gayret Dağarcığı yine asker selâmı vererek dönüp gitti.
–Bunları konu edinin, bunu yazın be! Niçin arayıp beş altı kapalı kapıyı çekerek götürüp televizyonda gösteriyor, herkes kaçmış diye gürültü koparıyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Ermenilere sinyal yollayarak, şehir boşalmış, korkmayın mı demek istiyorsunuz?
–Ben o hanımın çektiklerinin suçunu üstlenemem.
Komutan soğumuş çayını alıp yere serpti ve bardağına yeniden çay koydu, bir yudum içerek sözlerine devam etti:
–Git söyle! Git o doktoru bul, o şerefsizi ifşa et. Yaz, de ki, birisi canını veriyor, diğeri de canını veren yiğidin anasından para istiyor. Zakir Fahri’nin nişanlı kardeşi Kamil’i Ermeniler Nahçıvanik’de diri diri yakmışlardı. Annesi, kardeşleri saçını başını yolup ağlarken 18 yaşındaki bacısı hışımla ortaya çıkarak ağlayanlara ne dedi biliyor musun? Dedi ki, “Bunu Dünyanın En Zengin şehrine düğüne mi yollamıştınız? Düğünde sarhoş olup, kavga edipte mi bıçaklayarak öldürmüşler?! Yoksa düğünden çıkarken trafik kazasına uğrayıp da mı canından olmuş? Bunu millet yolunda ölüme yollamıştınız, o giderek can vermiş, artık ne diye kendinizi helak ediyorsunuz?!” Hayır, bunları yazmazsın. Biliyor musun gidip de ne yazacaksın?! Öylesi yiğitler bir tarafta kalacak, demin gördüklerini yazacaksın. Yazacaksın ki, Halk Cephesi mensupları eşkıyalık yapıyor, görevlileri soyup soğana çeviriyor, birbirlerini öldürüyor; çünkü senin hükümetin bunu istiyor.
Gazeteci kafasını hayır anlamında salladı:
–Komutan, ben hükümetin gazetecisi değilim, eğer olsaydım, hükümetin görevlendirdiği adamın yanına giderdim, buraya gelmezdim.
–Al çayını iç. Gücenme, gerçek budur. Bakû’de yaşıyorsunuz ve buradan haberiniz yok. İnsanlar deli gibidir, söylenen her söze kızıp kendilerini kaybediyorlar. Gazetede çıkan normal bir yalan, insana Ermeni kurşunundan daha beter işliyor. Dünkü o programdan sonra şehir halkı isyanlardaydı. Eğer ben engel olmasam gençler gidip onu saçlarından yakalayıp stüdyonun önünde yerlerde sürüyeceklerdi. Röportaja gelince… Dostum bilirsin, savaşta üç tip insan vardır. Çarpışanlar, tankın üzerinde fotoğraf çektirenler, bir de röportaj yaptıranlar. Bu büyüklükteki СКАЧАТЬ