–Yahu sen ne kancık adammışsın be! Bakû’den gelen yüksek rütbelilerin kıçını yalıyorsun, kendininkine geldikte beş manata acıyorsun?!
Drakon’un elinden bin bir güçlükle kurtulan adam yeniden kırk arşınlık kuyunun dibine yuvarlandı. Kendini haklı çıkarırcasına:
–Komutan! Seyyid Lâzım Ağa’nın6 ceddine yemin olsun bilemedim. Her gün o geliyor bana para ver, bu geliyor par ver, ben kopoğlusu ne bileyim kim kimdir. Bana sizin istediğinizi demediler ki!
Komutan baktı ki, hiddeti onu esir alarak ardınca çekip sürüklüyor ve böyle giderse elinden bir kaza çıkacak. Zaten adları kötüye çıkmıştı. Hükümet onları Ermenilere değil de kendine düşman olarak görüyordu ve bu gönüllü taburları halk nazarında iki paralık etmek için elinden ne geliyorsa onu yapıyor, haklarında yüzlerce şayia yayıyordu. Geceleri Dolu başladığında yavrularını alıp canlarını kurtarmak isteyenler kapılarını bile kilitlemeye fırsat bulamıyordu. Sahipsiz ve kapısı açık bırakılmış evler hemen her gece yağma ediliyordu. Sabahleyin dönüp de evlerinin yağmalandığını görenler şikâyet bile etmiyorlardı. Kime şikâyet edeceklerdi ki, milis güçleri siperde, yönetici siperde idi. Hükümet de, şehirde meydana gelen yağma ve hırsızlık olaylarının tamamını milis birliğinin üzerine yıkıyordu. Onların da ne ellerine Kur’an-ı Kerim’i alıp ev ev dolaşarak yemin etmeğe zamanları vardı, ne de hevesleri. Kafaları savaşla meşguldü.
Bu tür söylentilerden dolayı bıkıp usanan Komutan bir gün şehir yöneticisinin önüne çıktı:
–Reis, dışarıdan gelen hırsızlar şehirde girmedikleri ev bırakmadılar. Hükümet de bu tür olayları bizim boynumuza yıkıyor. Ya bunları önlersin veya kötü şeyler olacak!
–Komutan, vallahi gücüm yetmiyor. Ermenilerle mi çarpışayım, yoksa bu şerefsizlerle mi uğraşayım bilmiyorum. Bir değil, iki değil, kocaman bir şebekedir. Komşu şehirlerde yaşıyorlar ve buraya gelerek halledip sıvışıyorlar. Bu şehirlerin yöneticilerine durumu anlatıyorum, diyorlar ki, hırsızlık senin şehrinde oluyor, canın çıksın kendin bul. Söyle bakayım şimdi ben ne yapayım, Ermeniyle mi çarpışayım, hırsız mı arayayım, ne halt edeyim?!
Komutan gerçekten Reis’in böylesi bir kargaşada, hercümerçlikte meydanı boş bulan hırsızlara gücünün yetmediğini anlamıştı. Ve hırsızlara haber yollayarak demişti ki; biraz insan olsunlar… Ancak hırsızlar onu dinlememişti.
Komutan bir daha onları uyarmıştı:
–Beni havsaladan çıkarmayın!
Hırsızların reisi de ona mukabil haber yollayarak demişti ki; “Elinden geleni ardına koma”.
Bu cevabın alınmasından on-on beş gün sonra, hırsız çetesinin lideri ağzından kurşunlanmış hâlde Lenin Meydanı’nın ortasına atılmıştı. Hatta elini bileğinden keserek göğsüne bırakmışlardı. Halk bir anda etrafına toplanmıştı:
–Seni vuranın eline kurban olayım.
–Kadın donu çalan deyyus.
–Geber şimdi.
Komutan biraz onlardan uzakta Drakon’la yan yana durmuş halkı seyrediyordu.
Şehrin Reis’i ona yaklaşarak usulca:
–Komutan, hiç olmasa bu deyyusun cesedini Ermenilerin tarafına atsaydınız.
–O zaman başkalarına ders olmazdı. Bırak halk kimin kim olduğunu anlasın.
–Komutan, ifşa edilemeyecek bir işi yükledin boynumuza, olayın failini bulmam için gırtlağa çıkarıp asabımı bozacaklar.
Drakon şimdi yeni hükümetin eline koz vermişti. Hükümet birinin üstüne binini de ilâve ederek At Belinden İnmeyen Adamı götürüp milis taburunda dövdüklerini ve parasını aldıklarını bilmem neleri, neleri şehre yayacaktı. Komutanın gözünün önünde bu canlanıyordu, yoksa memnuniyetle bu herifin pantolonunu kendisi çıkarıp kafasına geçiriverirdi. Sinirine hâkim oldu:
–Atın bunu dışarı!
Vurgun Vurmuş Gençler At Belinden İnmeyen Adamı bir anda karga tulumba ederek kapıdan dışarıya fırlattılar.
Ömür boyu başkalarını tahkir eden, onlara bin bir hakaret eden adam, şimdi kendisi aşağılanmış bir şekilde “hesabı sonraya kalsın” diyerek işyerine döndü.
Komutan yine öksürmeye başladı, hiddetten kafası kazana dönmüştü. Sinirlendiği zaman hep iki bardak demli çay içerdi. İçtiği bu iki bardak çay yalnızca onun hiddetini yatıştırmıyor, aynı zamanda ağrılarını da dindiriyordu. Yüzünü çayhaneye döndüğünde ceviz ağacının altında durarak deminden beri olayları şaşkınlıkla izleyen yabancı birine takıldı ve yine zıvanadan çıktı…
…Olmuyor, olmuyordu..! Ne kadar uğraşsa da göklerden yağan belâ ateşinin içinde vurgun vurmuş bu gençleri asker yapmak, onlara askerî düzeni aşılamak mümkün olmuyordu. Buna zaman da yoktu. Diğer taraftan defalarca Savunma Bakanlığı’na başvursa da gençlere talim yaptırmak için birliğe profesyonel subaylar yollamıyorlardı. O da, ortaokul ve lisede askerlik dersi veren öğretmenlere yalvararak birliğe eğitim vermek için getirmişti. Aslında onların da çoğu uzman değildi, yalnızca askerlik hizmetini yapmış kimselerdi. Yine de sağ olsunlar, çocuklara az çok silâhları söküp yağlamayı, temizlemeği, kurşun atmayı öğretebiliyorlardı.
Önceleri taburun bahçesinde iğne atsan yere düşmezdi. Buraya kendini göstermeye, Vurgun Vurmuş Gençlerden duyduklarının üstüne binini de ilâve ederek, orada burada kendileri yapmış gibi anlatma düşüncesiyle gelenlerin sayısı, savaşmak için gelenlerden kat kat fazla olurdu.
Buraya İmaret diyorlardı. Savaş başlayana kadar “Karabağ” futbol takımının stadyumu olduğundan dolayı buraya yönelenler sanki bir futbol maçını izlemeye geliyordu. Komutan buna engel olmak için çok eziyet çekmişti. Hatta üç dört defa birkaç kişiyi pataklamıştı bile, ancak yine de engel olamıyordu. Kimseleri içeri bırakmaması için kapıya nöbetçi de dikmişti, lakin yine de çiti, duvarı aşarak içeri girenler oluyordu.
–Nöbetçi!
Nöbetçi koşar adımla geldi.
–Buyurun, Komutanım!
–Bunu kim içeri bıraktı!?
Nöbetçi korkarak:
–Bakû’den gelmiş, gazetecidir, sizinle konuşmak istiyor.
–Nöbetçinin görevi ne?
–Birliğin bahçesine yabancıları sokmamak!
–Hadi git kendi komutanına söyle seni yirmi dört saatliğine ceza evine kapatsın.
–Oldu, Komutanım!
Komutan:
СКАЧАТЬ
6
Azerbaycan Türkleri tarafından “Et Ağa” şeklinde de anılan, son derece saygı gösterilen seyit.