Beyaz Kelebekler. Rahimcan Otarbayev
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Beyaz Kelebekler - Rahimcan Otarbayev страница 7

Название: Beyaz Kelebekler

Автор: Rahimcan Otarbayev

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6494-52-7

isbn:

СКАЧАТЬ hayvanlarımıza baktık, yazın ot topladık. Şiddetli kışlarda donarak, sıcak yazların azabıyla iki evladınızı büyüttüm. Bilir misiniz tam size çekmişler keratalar… Kölsay’da ot toplarken şu sizin iki yaramazınız tepeye çıkıp, sınırın ötesinden sizi beklerlerdi. Bir siyah nokta görseler, ‘Baba geliyor, baba!’ diye velveleye getirirlerdi. Ben de onlara inanarak tepeye kadar tırmanıp çıkardım. Uzaktan siz geliyorsunuz diye türkü söylerdim. Hani ilk evlendiğimiz günlerde, Dolunayın altında ‘Kaz civcivi’ni söylerdik ya… Hatırınızda mıdır?

      Bu ülke köyümüzdür bizim, At koşturduğumuz tarlamızdır bizim!

      Gözümüze nur gibi ilişir, Sevgilimizle dolaştığımız yerlerimiz bizim!

      A-h-a-uu! A-h-a-uu!

      Uçurdum kaz civcivini…

      Evlatlarınızla söylediğimiz bu türküyü duyabildiniz mi, Bey’im?!”

      Üzerindeki yorganı atarak Ömırbay bağırdı:

      “Sen beni diri diri gömdün Asemay! Civcivlerim benim!.. Affet beni! Affet!”

      Yanında uzanan Bazargül yataktan fırladı: “Ne oldu! Uyutmuyorsun bile!”

      Karanlık yavaş yavaş çekilerek duvarın dört bir köşesine saklandı.

      BEYAZ KELEBEKLER

      N’olur karıncaya dokunmayın,

      Onun aradığı tek şey, hayattır.

Firdevsi

      Yine beyaz kelebeklerin peşinde koşarak yorgun düştü, susamış haliyle uyandı.

* * *

      Dümdüz caddenin sağ tarafında, birbirine çarparak yürüyen kalabalığın içinde düşe kalka yürüdü. Çarşının yolunu tuttu. Her gün aynı yol. Susuzluktu onu rahatsız eden…

      Yürüyüşe alışan millet onun yavaş yavaş ilerleyişine önem vermiyor gibiydi. Sabahleyin sökülen şafak aydınlığa dönüşünce, güneş alnını ısıtırcasına ışık saçıyordu. Beyaz baret şapkasıyla alnını kapatarak yukarıya doğru baktı. Henüz tüyünü dökmemiş olan yetim deve gibi darmadağınık yapayalnız gezinen bulutlar vardı gökyüzünde. Ağustosun çiyiyle gagasını çalkalayan serçe kuşu da kalabalığa alışmış; zıplıyor, uçuyor, yerinde duramıyordu. Onun da pazardan nasibi olmalı. Birdenbire, “Devran geçti o devran!” diye yükselerek çıkan sese doğru döndü. Yerinde duran kimse yoktu. Ayakları şişen yaşlı nine yanından geçiyordu. Elinden tutarak hızına yetişemeyen genç kızına tavsiyede bulunuyor, birşeyler anlatıyordu sanki.

      “Ben de öyleydim.” dedi nine.

      Kızcağız şaşkın bakışlarıyla, uzun yolun karşı tarafını izliyordu. Kısa gömleğiyle eteğinin arasından tek göz gibi dikilen göbek çukuru, yürüyenlerin gözlerine batıyordu.

      “Sen de benim gibi olursun…”

      Nine ile kızcağız kaybolduktan sonra ayıldı. Düşüncenin derinliğinde dolaşan, endişeleri içine sindiremeyen, sonsuzluğun dipsiz karanlığına sürüklenen tek o değildi. Herkes…

      Eskiden Devran, büyük şehrin kocaman çarşısında pantolon satardı. Zayıf kadıncağızın zor sığabileceği küçük bir yere sahipti.

      Pantolonların her çeşit renginden asarak, “Ağabey, sana tam oldu… Ne güzel yakıştı… Amcacığım tam sana göre dikilmiş.” diye malını satmaya çalışırken kendisi de şaşardı.

      Alıcıları da her yaştandı. Yerinde duramayan genci, toprakta sürünen ihtiyarı, uzun boylusu, topalı, bodur boylusu, herkes vardı… Paranın yüzüne bakmayan cömerti de, paranın mührünü yalayan cimrisi de eksik olmazdı.

      “Hey gidi dünya!” dersin. Her ne ise, bu kıvırcık saçlı, zayıf sarı yüzlü delikanlının kazancı aylık ev kirasına, iaşesine, hatta Jarbay köyünde yalnız yaşayan annesine de yeter ve artardı. Kocasının yaptırdığı evini terk etmek istemeyen annesini ayda bir ziyaret eder, ihtiyaçlarını gidererek sevindirirdi. Ziyaretin sonunda dönmek zorunda kaldığında, “Yavrum!” diye karayoluna kadar uğurlayan annesi, etekleriyle gözyaşını silerek huzur dolu hislerle kalırdı. O ise şehre girer girmez çok yoğun, hatta rahatsız verici hayat tarzına alışarak geçirirdi günlerini… Ruhunu satacak kadar düşmezdi bu bataklığa… Onun bir Alima’sı vardı. Hani pazarın girişinde su satan, iki kaşının ortasında beni olan kız vardı ya… İşte o! Pantolonları satar satmaz, su içmek için yanına gelirdi.

      “Kerbala çölünden mi geldiniz?” dedi bir gün gülemseyerek.

      “Hayır, engin tuzlu topraklardan geldim.”

      Cevaba güldü. Öylesine bir gülücük değildi. Sanki çini kırılarak havaya buharlaşmıştı. İşte o andan itibaren o, suyu değil, kırılan çininin sesini duymak için arardı. Yine o ses, havada kaybolan ses. Ağabey ile yengenin destekleriyle yaşayan yetim kızmış. Yüzünde bebekliğin, korkudan sığınmak isteyen bakışlarında ümidin izleri vardı. Heveslenerek içtiği hüzünlü gülüşünü bu ümide bağlamıştı…

      “Sonbahara doğru düğün yaparız…” diye anlaşmışlardı.

      “Jarbay’da yalnız oturan anneyi de evimize alırız…” demişlerdi. Fakat…

      “Eski mezarlığı yerle bir ederek şu Nikah Salonunu yapmışlar. Sonumuz hayırlı olsun!” diyen tanıdık sese doğru dönüp baktı. Ayağı şişen o nineymiş. Biraz rahatlamış gibi.

      “Bugün nikah kesenler o kadaaar çok ki.”

      Göbeği açık kız “O kadar” kelimesini sakız gibi çiğneyerek çekti.

      “Hayvanlar beslendiler. Sebze meyve pişti. Milletin şehveti uyanmaz da, kimin uyanır?”

      Nineyi takip eden kızın duyguları coştu.

      “Günümüzün gençleri kararsızdırlar. Gece verdikleri sözden sabah hemen dönerler… Şu pazar da nerede kaldı, ne kadar uzak!”

      Dükkânları takip ederek kimseye yol vermemesi de nedir!

      …Fakat!

      Günlük pantolon ticareti kızıştığı anda, “Çarşı sahibi seni çağırıyor. Hemen yanına git!” diye haber almıştı. Şaşkın şaşkın baktı. Yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü çarşı sahibiyle bazen karşılaşırdı. Sahip olduğu zenginliğiyle ilgili pazardaki kadınlar konuşa konuşa bitiremediler.

      “Yahu ceketini günde iki kere değiştirirmiş.”

      “Ceket te nedir kardeşim, haftada bir yeni arabaya biner.”

      “Karısına Paris’te vila almış. Karısı ise, her kokuyu beğenmez, ‘Coco Chanel’ banyosu yaparmış.”

      “Bir tek kızı var. ‘Jeep’ СКАЧАТЬ