Kantinci kadın konuşmayı bıraktığında, kadın mırıldandı:
“Komşumun ismi Marie-Jeanne idi. Hizmetçimiz de Marie-Claude.”
Tam o sırada Çavuş Radoub, humbaracıyı azarlıyordu.
“Sessizlik! Kadını korkutuyorsun. Bir centilmen hanımefendilerin önünde küfretmemeli.”
“Bu anlatılanları dürüst bir adam duysa alenen bir katliam dinliyormuş gibi dinler. Kızılderili Çinliler sanki kayınbabası lort tarafından sakat bırakılmış, büyükbabası rahip tarafından kalyonlara sürülmüş, babası kralın emriyle astırılmış. Sonra da kocası kalkmış isyanlara karışmış; kral, bölge rahibi ve lord adına çarpışmış! Daha neler!”
“Sessiz olun!” diye bağırdı çavuş, askerlere.
“Peki sessiz oluruz, çavuş.” diye devam etti humbaracı. “Ama bütün bu anlatılanlar bu güzel kadının bazı kanı bozuklar tarafından tehlikeye atıldığı ve oradan oraya koşuşturduğu gerçeğini değiştiremez ki.”
“Humbaracı!” dedi çavuş. “Kulüpte değiliz, hitabetini kendine sakla!” Ve kadına döndü, “Peki kocanız madam? Ne yapıyor, şimdi ne hâlde?”
“Hiçbir şey, öldürüldü çünkü.”
“Nerede?”
“Çitin orada.”
“Ne zaman?”
“Üç gün önce.”
“Kim öldürdü kocanı?”
“Bilmiyorum.”
“Nasıl yani, kocanı kim öldürdü bilmiyor musun?”
“Hayır.”
“Beyazlar mı yaptı bunu Maviler mi?”
“Bir kurşunla vuruldu.”
“Üç gün önce miydi?”
“Evet.”
“Ne taraftan geldiler?”
“Erneé tarafından. Kocam yığıldı kaldı. Hepsi bu.”
“Peki kocan öldürüldüğünden beri sen ne yapıyorsun?”
“Çocuklarımı götürüyorum.”
“Nereye götürüyorsun onları?”
“Neresi olursa.”
“Nerede uyuyorsunuz?”
“Yerde.”
“Ne yiyorsunuz?”
“Hiçbir şey.”
Çavuş yüzünü ekşitti, bıyıkları burnuna değiyordu.
“Hiçbir şey mi?”
“Yani, hiçbir şey sayılır. Yaban eriği, böğürtlen falan. Bir de geçen yıldan kalan dağ mersini ve filizler varsa onları.”
“Hiçbir şey derken haklıymışsınız.”
Büyük çocuk konuşulanları anlıyormuş gibi seslendi:
“Açım ben.”
Çavuş cebinden bir ekmek parçası çıkarttı ve anneye uzattı.
Anneleri ekmeği alıp ikiye böldü ve çocuklarına verdi. İştahla ekmeği ısırmaya başladılar.
“Kendisi bir parça bile almadı.” diye homurdandı çavuş.
“Çünkü karnı tok.” dedi askerin biri.
“Hayır çünkü ana yüreği.” dedi çavuş.
Çocuklar araya girdi.
“Susadım ben, su verin.” dedi biri.
“Susadım.” diye tekrarladı diğeri.
“Bu lanet ormanda bir dere de mi yok!” dedi çavuş.
Kantinci kadın belindeki zilin yanında duran bakır kadehi çıkardı. Omzundan aşağı doğru sarkan bidonun kapağını açtı. Kadehe birkaç damla doldurdu ve çocukların dudaklarına yaklaştırdı.
İlki bir yudum içti ve yüzünü buruşturdu.
İkincisi de bir yudum aldı ve tükürdü.
“Hiç yoktan iyidir.” dedi kantinci kadın.
“Çocuklara o sert içkiden mi verdin?”
“Evet, en iyilerinden hem de. Ama ne anlayacak bu köylüler.” Sonra kadehi sildi.
Çavuş devam etti:
“Evet madam, demek kaçıyorsunuz.”
“Baş edemezdim, tek çarem kaçmaktı.”
“Sürekli kaçıyor musunuz, bir parça eşya bile olmadan?”
“Önceleri var gücümle koşabildiğim kadar koşuyordum, sonra yürümeye başladım ve en sonunda da yığıldım kaldım.”
“Zavallıcık!” dedi kantinci kadın.
“Dövüşüyorlardı.” diye mırıldandı kadın. “Ateşin ortasında kaldım. Ne istiyorlar inanın bilmiyorum. Kocamı öldürdüler, tek bildiğim bu.”
Çavuş tüfeğinin dipçiğini hiddetli bir şekilde yere vurarak bağırdı:
“Bütün bu budalalar uğruna yapılan bir savaş, ne rezalet ama!”
Kadın devam etti:
“Geçen gece kör bir oyukta uyuduk.”
“Dördünüz birlikte?”
“Dördümüz birlikte.”
“Uyudunuz?”
СКАЧАТЬ