Bir an sessizlikten sonra dilenci devam etti:
“Zenginlik ve yoksulluk. Ne fena! Bana öyle geliyor ki tüm felaketlerin nedeni bu. Yoksullar zengin olmak istiyor, zenginler yoksullaşmak istemiyor. Bence her şeyin temelinde bu var. Ama bu tür konulardan yana bir rahatsızlığım yok. Ne olursa olsun, ben ne alacaklıdan ne de borçludan yanayım. Bildiğim bir şey varsa o da bir borç varsa ödenir. Kral’ı öldürmemiş olmalarını isterdim ama bunu neden istediğimi açıklamak zor. Ama böyle deyince bana şunu söylüyorlar: ‘İnsanları bir hiç uğruna nasıl astıklarını bir düşünün! Kral’ın geyiklerinden birine yapılan sefil bir atış için, bir keresinde bir adamın asıldığını gördüm. Bir karısı ve yedi çocuğu vardı.’ Her iki tarafın da söyleyecek bir şeyleri var.”
Tekrar sustu, sonra devam etti:
“Elbette bunları biliyorsunuz. Olup biteni biliyormuş gibi yapmıyorum çünkü bilmiyorum. Birileri gelip gidiyor, bir şeyler değişiyor. Ben ise yıldızların altında yaşamaya devam ediyorum.”
Tellmarch yine düşüncelere daldı. Sonra sürdürdü:
“Kırık çıkık ve ilaç hakkında bir şeyler bilirim. Otlara ve bitkilerin kullanımına aşinayım. Köylüler beni onların anlamadıkları işlerle uğraşan biri olarak görüyor. Ve bana büyücü diyorlar. Çünkü hülyalar görüyorum diye beni âlim sanıyorlar.”
“Buralardan mısınız?” diye sordu Marki.
“Evet, buralardan hiç gitmedim.”
“Beni tanıyor musunuz?”
“Elbette. Sizi son gördüğümde, İngiltere’ye giderken buralardan geçiyordunuz. İki yıl önce olsa gerek. Şimdi de kum tepesinde bir adam gördüm, uzun boylu. Buralarda uzun erkek pek olmaz. Bretonya kısa boylu adamların ülkesidir. Daha yakından baktım; afişi okumuştum ve kendi kendime, ‘Bak sen şu işe!’ dedim. Ve siz aşağı indiğinizde, ay ışığı size vurdu ve sizi tanıdım.”
“Ama ben sizi tanımıyorum.”
“Siz bana baktınız ama beni hiç görmediniz.”
Dilenci Tellmarch ekledi:
“Sizi gördüm. Yoldan öylece geçen birileri gibi öylesine bakmaz dilenciler.”
“Sizinle daha önce hiç rastlaştık mı?”
“Tabii çünkü ben sizin dilencinizim. Yolda, kalenin altında yalvarırdım. Bazen bana sadaka verirdiniz. Veren adam fark etmez ama alan adam endişeyle bakar ve iyi gözlemler. Dilenciler doğuştan casustur. Ama ne kadar kötü durumda olsam da kötü niyetli bir casus olmamaya çalışıyorum. Eskiden elimi uzatırdım ve siz bundan başka bir şey görmezdiniz. Bazen sabahleyin attığınız sadaka beni gece açlıktan ölmekten alıkoyardı. Yirmi dört saat ağzıma tek bir lokma koymadan günlerimi geçirdiğimi bilirim. Öyle anlar olur ki bir metelik hayatınızı kurtarır. Size bir hayat borçluyum ve şimdi de borcumu ödüyorum.”
“Doğru, benim hayatımı kurtarıyorsunuz.”
“Evet, hayatınızı kurtarıyorum, Monsenyör.”
Tellmarch’ın sesi ciddileşti:
“Ama bir şartla.”
“Nedir o?”
“Eğer buraya zarar vermek için gelmediyseniz.”
“Buraya iyi şeyler yapmak için geldim.”
“Öyleyse uyuyalım.” dedi dilenci.
Yosundan yatağa yan yana uzandılar. Dilenci başını koyduğu gibi uykuya daldı. Marki her ne kadar yorgunluktan tükenmiş olsa da bir süre ayık kaldı. Doğrularak karanlığı izledi ve biraz düşündü. En sonunda geri uzandı. Bu yatağın üstünde yatmak, toprağın üstünde yatmaktan farksızdı. Fırsattan istifade, kulağını yere dayadı ve dinledi. Bu yer altı oyuğundan sesler geliyordu. Seslerin toprağın içinde yayıldığını herkes bilir. Duyduğu sesler aslında çan sesleriydi.
Tehdit çanları çalmaya devam ediyordu.
Marki uykuya daldı.
V
UYANDIĞINDA GÜN DOĞMUŞTU
Dilenci ayakta bekliyordu. Kulübesinde değildi tabii çünkü orada dik durmak imkânsız. Dışarıda eşikte duruyordu. Asasına yaslanmıştı ve yüzüne güneş ışığı vuruyordu.
“Monsenyör.” dedi Tellmarch. “Tanis çanına dört kez vuruldu. Sesleri duydum. Rüzgâr yönü değişti, rüzgâr karadan esiyor. Başka da ses duymadım. Tehlike çanları kesilmiş olmalı. Çiftlikte ve Herbe-en-Pail köyünde her şey sessiz. Maviler ya uyuyor ya da köyü terk ettiler. Tehlikenin büyüğünü atlattık. Ayrılmak bizim için ihtiyatlı olacak. Benim için dışarı çıkma zamanı.”
Ufukta bir noktayı gösterdi.
“Ben bu tarafa gidiyorum.” Sonra ters yönü göstererek, “Siz de o tarafa gideceksiniz.” dedi.
Dilenci ağır bir şekilde Marki’yi selamladı.
“Acıktıysanız şu kestaneleri de yanınıza alın.” diye ekledi akşam yemeğinin kalıntılarını işaret ederek.
Bir süre sonra da dilenci ağaçların arasında kayboldu.
Marki ayağa kalktı ve Tellmarch’ın belirttiği yöne gitti.
Eski Norman köylülerinin dediği gibi “Gün ağarıyordu.” İspinozların ve çalı serçelerinin cıvıltısı duyuluyordu. Marki, bir gün önce geçtikleri yolu takip etti. Çalılıktan çıktıktan sonra kendisini taş haçla işaretlenmiş yol ağzında buldu. Afiş hâlâ oradaydı, yükselen güneşte göz alıcı bir beyazlıkla duruyordu. Bu bildirinin altında, azalan ışık yüzünden dün akşam okuyamadığı küçük harflerle yazılmış bir yazı olduğunu hatırladı. Haç kaidesi üzerine çıktı. Bildiri, “PRIEUR DE LA MARNE” imzasının altında, küçük harflerle yazılmış aşağıdaki satırlarla bitirilmişti:
Lantenac Markisi’nin kimliği tespit edildiğinde vakit kaybetmeksizin idam edilecektir.
“Gauvain!” dedi Marki.
Durdu, derin düşüncelere daldı. Gözlerini afişin üzerinden çekmemişti.
“Gauvain!” diye tekrarladı.
Yürüdü, kaidenin etrafında döndü, haça baktı, geri geldi ve afişi yeniden okudu.
Sonra yavaşça uzaklaştı. Yanında biri olsaydı, onun kendi kendine bir şeyler СКАЧАТЬ