İhtiyar Çilingir. Мемдух Шевкет Эсендал
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İhtiyar Çilingir - Мемдух Шевкет Эсендал страница 8

Название: İhtiyar Çilingir

Автор: Мемдух Шевкет Эсендал

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6862-81-4

isbn:

СКАЧАТЬ style="font-size:15px;">      Bir lahzacık bulunduğu yerden tekrar gürültüye atıldı. Fakat tatlıcı dükkânlarının kaymakları görülen baklavaları, sarığıburmaları, dönen kebapları ona gülüyor “Gel bana bak, gel bana bak.” diyordu.

      Kulaklarını dolduran, gözlerini kamaştıran, ağzını sulandıran bütün bu şeyler arasında yürüyemiyor; itiyorlar, kakıyorlar. Zavallı, gözleriyle görüp sürüklendiği, kulaklarıyla işitip kaçtığı, sakındığı bu şeyler arasında oradan oraya sallanıp duruyor ve ancak pek yavaş adımlarla ilerleyebiliyordu.

      Orada, biraz kuytu gelen bir dükkânın önünde, bir sarrafın camının yanında durdu. Orada parlayan birkaç altına derin derin baktı, sonra gözlerini yanındaki oyuncaklara, para keselerine, cep defterlerine çevirdi. Anlayamadığı binlerce ufak tefek içinden gözlerini ayıramıyordu.

      Yanına birisi sokulmuştu.

      “Vapur ister mi? Samsun, Trabzon, Bartın’a, Sinop’a, Akdeniz’e, Karadeniz’e…”

      Bu adam sayarken onun aklına memleket geldi. Ellerini şalvarının ceplerine sokarak gözleri karşıdaki kebapçının dükkânına dalmış, memleketini düşündü. Derin bir soluk göğsünü şişirmişti. Gurbette memleket ne tatlıdır… Bir dakikacık düşündü, acaba memlekete gidebilecek miyim?..

      “Hemşehrim, Afyonkarahisar’a gitmez mi? Ben oradan köye yayan giderim.”

      İlk önce ona söyleyen de şaşmıştı, acaba gider mi? Sonra, ona güldüler.

      Orada, bir dükkânın camı içinde süslü kadınlar, erkekler, çocuklar duruyordu. Bunlara derin derin baktı fakat vakit yok. Bir dakika arkasından koşup gelenler çarpıyor, itiyor, geçip gidiyor.

      “İhtiyar yol ver!”

      “Şöyle dur arkadaş!”

      Bir yandan araba “Destur!”, karşıdan gelen başka bir arabacı, dizginlere asılmış, “Sakallı, sakallı!” diye bağırıyor; tramvay düdüğünü çalıyor, “Varda destur!”

      Bir arabanın okundan kendini dar kurtararak karşıya geçti, gazetecilerin içine doğru gitti, orada soracaktı.

      “Eyüpsultan’a…”

      “İhtiyar ya dur, ya git!”

      Yerde kaldırım taşları sökülmüş, kaldırılmış, demirler uzatılmış. Bir yana bir tepe yığılmış. Bunların arasında, beygirsiz bir araba titreyerek, sarsılarak geziyor; borusunu öttürüyordu. Yılgın gözlerle bunlara baktı ve köşedeki tütüncüye soracak oldu:

      “Eyüpsultan vapuruna…” Ensesinden uzanan bir el para veriyor, bu taraftan bir ses kulağına “Tercüman!” diye bağırıyordu. Bir aralık sorabildi. Bir ihtiyar adam ona parmağıyla Köprü’nün ağzını göstermişti.

      “Baba yol ver, destur.”

      Ayağı bir demire takıldı, düşecekti. Oraya birikmiş sulara basarak çamurları etrafa saçtı…

      “Önüne baksana be adam!”

      Çamurlar, taşlar arasında yuvarlanarak, insanlara çarparak şaşırmış, yorgun, destan satan çocukları göğüsleyerek Köprü’nün kenarına kadar sokulmuştu; artık geçecek, Eyüpsultan vapuru elbette orada bulunacak.

      Birdenbire göğsüne dayandılar:

      “Para!” dediler. “Para!”

      “Ne parası?”

      “Köprü parası.”

      Anlamadı, etrafına baktı, birinden sormak istiyordu. Birini görse biri onun yüzüne baksa soracaktı.

      “Hemşehrim, benden para istiyorlar!” diyecekti.

      “Haydi düşünme, bak herkes verip geçiyor.” dediler.

      Doğru, herkes parasını verip geçiyor.

      “Kaç para? Ben fukarayım.” dedi.

      Uzun uzun aradı. Derin yerlerden zavallı boş kesesini bulup çıkardı. Onun bütün parası bunun içindeydi. Bir-iki mecidiyenin,28 beş-on çeyreğin arasına sıkışmış bir onluğu ararken arkadan bir araba geliyordu. Birisi ondan kaçmak için geldi; bu zavallıya, bu zavallı Eyüpsultan yolcusuna çarptı. Paraları döküldü. Şaşırmış, kızmıştı fakat bağıracak, darılacak kimse yok, herkes geçip gidiyor. Bir saattir içinde yuvarlandığı bu sokağın verdiği tecrübeyle hemen atıldı, paralarını topladı ve onluğu verdi geçti.

      Şimdi gözleriyle Köprü üstünde biraz boş, biraz tenha bir taraf aradı. Arkasını Köprü’nün parmaklığına dayayarak avucunda tuttuğu paralarını saydı. Şükür ki tamam…

      Orada, iki sal arasında balık tutanları derin derin seyreden bir ihtiyar efendiye yaklaşıp ondan Eyüpsultan vapurunun yerini, yolunu güzelce öğrendikten, inandıktan sonra parmağıyla Balık Pazarı’ndan, Yeni Cami’den, Bahçekapı’dan, rıhtım tarafından, Köprü’den dökülüp gelen halkın kaynaştığı yeri göstererek sordu:

      “Efendi, burası nire?”

      “Hürriyet Meydanı.” dediler.

      Kendi kendisine mırıldanarak “Aman anam!” dedi. “Hele ki kurtulduk.”

1913

      ALTINBALIKLARI 29

      Akşamın solgun renklerini doya doya içmek için insana tatlı bir istek veren çiçek kokularıyla ot kokularını getiren serin havası, senin ara sıra sebepsizce bulutlanan, mahzunlaşan taze gönlüne bir neşe, bir sevinç vermişti. Kolumda, pek zayıf dayanarak, asılarak yürüyor ve taze sesinle yapraklar arasında öten küçük kuşlar gibi söylenerek beni cevabını yetiştiremediğim sualler içinde bırakıyordun.

      “Bak, bu çan seslerini işitiyor musun? Ne kadar derinden geliyor. Hâlbuki, ihtimal şurada şu hendek arkasından, görünmeyen bir koyun sürüsünden geliyor, değil mi? İnsan sanacak ki karşıki dağlardan geliyor. İşitiyor musun? Bu nazik ve ince kokuyu duyuyor musun? İnsan göğsünü bu kokulu taze, serin havayla doldurdukça yaşadığını anlıyor, değil mi? Söyle, sen bunları duyuyor musun? Bu güzel kırları, bak, güneş ne solgun ne gizli renklere boyamış değil mi?” diye soruyordun.

      Ben senin yanında, senin kolunda ömrümün ağırlığını duymayarak, tatlı rüya görür gibi bu güzel mayıs akşamının bütün inceliğini emerek, uzunca bir yol yürüyenler gibi biraz yorgun, sana gülüyor ve cevap vermiyordum.

      Bir zaman geldi ki benim bu yorgunluğum, bu hâlim sanki sana da geçti; yavaş yavaş gülen, söyleyen, kıpırdayan kırmızı dudakların soldu. Sessizce yanımda yürümeye başladın. Taze çimenlerin üstünde sürünüp yükselmiş otlara, açılmış çiçeklere baş eğdiren eteklerin, bizim sessiz dalgınlığımıza tatlı bir ninni gibi arkamızdan hafif bir hışırtı bırakıyordu.

      Ömrümün СКАЧАТЬ



<p>28</p>

Mecidiye: Osmanlı Devleti’nde 1840 yılında basılmış, yirmi kuruş değerinde olan gümüş sikke.

<p>29</p>

Bu hikâye ilkin Çığır gazetesinin 1913 tarihli 82. sayısında yayımlanmıştır.