İhtiyar Çilingir. Мемдух Шевкет Эсендал
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İhtiyar Çilingir - Мемдух Шевкет Эсендал страница 7

Название: İhtiyar Çilingir

Автор: Мемдух Шевкет Эсендал

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6862-81-4

isbn:

СКАЧАТЬ taraftan, köyün hocası da İslam çocuklarıyla görünüyordu. Halk da toplanmıştı. Şimdi candarma çavuşu, her vakit eline geçmeyen bu fırsattan istifade ederek kalabalığa kumanda ediyor, ön sırada duran çocuklara bağırıyordu:

      “Ayaklar bir hizada olacak!..”

      Nihayet, yukarıdan müdür bey indi. Hepsi; köyün memurları, ahalisi, eşrafı dizildiler. İlkin, müdür bey bir nutuk okuyacak…

      Müdür bey, biraz evvel hâkim efendinin verdiği enfiyeyi20 hâlâ parmaklarının arasında tutuyordu. Nutuk kâğıdını açmak için onu yere atmaya kıyamayarak burnuna çekti, doldurdu. Sonra kâğıdını açtı:

      “Huzzar-ı kiram!..”21 Bir kelime unutmuştu, tekrar etti:

      “Huzzar-ı kiram efendilerim! Cenabıhak…”

      Bitiremedi. Şaşkınlıkla burnuna doldurduğu enfiye, şimdi orasını kaşındırıyor, gözleri ufalıyor, ağzı açılıyor, yüzü buruşuyor; çocuklar da şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı.

      Müdür beyin ağzı açıldı, açıldı, burnunun üstü katmerlendi ve birden ihtiyar vücudu sarsıldı:

      “Hapşu!” Arkadan bir daha, bir daha. Elindeki kâğıt kirlenmişti. Bir eliyle setresini kaldırıp pantolonunun cebinden mendilini bulmaya çalışırken bir yandan da okumaya çalışarak:

      “Cenabıhak ve feyyaz-ı mutlak22 hazretleri, velinimet-i binimet,23 velinimet-i âzam!..”24 Bitiremedi. Bir nöbet daha geldiğini duyuyor, aksırıyordu. Arkada telgrafçıyla gümrükçü gülmekten iki kat oluyorlardı.

      Müdür bey, ne olursa olsun okumak istiyor fakat başladıkça zalim enfiye sanki ona okutmamak için inat ediyordu.

      Artık devam edemeyecekti. Mektep hocası da bunu anlayarak çocukları ilahiye başlattırdı.

      Şol cennetin ırmakları…

      Aynı zamanda öteden de Rum çocukları başlamışlardı. Buna candarma çavuşunun çıplak ayaklarına kunduralarını giymiş, pantolonlarının dizleri çıkmış neferlerine verdiği, “Dikkat!” kumandası da karıştı. “Padişahım çok yaşa!” Sonra bütün çocuklar da ilahiyle beraber, uzunlu kısalı, inceli kalınlı bir feryat, bir çığlık…

      Bu gürültüden, bu çığlıklardan ürken müdür beyin kazları da başlarını kaldırıp bağrışmaya başladılar… Ve bu kıyamet içinde merasime nihayet verildi. Bununla her iş bitmiş oldu. Herkes dağılıyor ve hükûmet dairesinin önünde davul zurna çalmaya başlıyordu.

      Candarmalar, petrolle külü karıştırarak meşale yapıyorlardı. Bunu, bir tenekenin içine koyarak gece yaktılar. Bu gazlı çamurlar ortalığa kırmızı bir alev, kırmızı bir aydınlık saçıyor; bu yaz gecesinin durgun, sıcak havasına keskin bir koku dağıtıyordu.

      O gece telgrafçı, gümrükçü, liman çavuşu, müdür beye bir ziyafet vermek istemişler ve bunun için gündüzki gürültü arasında müdür beyin kazlarından birini aşırıp doldurmuşlardı.

      Akşam olurken liman dairesinin büyük odasında toplandılar ve bütün gece komşular burada eski, uzun bir laternanın25 çaldığını ve naralar atıldığını duymuşlar fakat hiç kusur bulmamışlardı çünkü artık hürriyet gelmiş…

      Hatta o gece sabaha karşı müdür beyi ilahiyle güveyi götürür gibi evine götürdükleri zaman bile kimse buna darılmamıştı.

      Vâkıâ bu hürriyeti anlamıyorlardı fakat bunun her kusuru bağışlayacak bir şey olduğunu duyuyorlar ve o kusurları bağışlıyorlardı.

      İşte, Marmara’nın uzak ve ücra bir köşesinde uyuyan bu küçük nahiyeciğe hürriyet böyle geldi.

1913

      EYÜPSULTAN YOLCUSU 26

      Bahçekapı’nın o dar yollarına sapmıştı. Hâlinden belli. Anadolu’nun yetiştirdiği o saf, lekesiz insanlardan biriydi. Kim bilir, nasıl bir rüzgâr, nasıl bir mecburiyet bu zavallı adamı köyünden kaldırıp buralara kadar sürüklemiş, bu dar sokağın ortasına atmıştı.

      Ayağında şalvarı, başında rengi soluk fesinin üstünde eskimiş şal sargısı güneşten yanmış, kavrulmuş yüzü, katmerleşmiş derisi, iri kemikli gövdesi, her yere anlamak isteyen bir dikkatle bakan gözleriyle zeki bir adam olduğu görünüyordu. Fakat geçen arabaların, insanların, bağıran düdüklerin, çatlayan kamçıların sesi, o gürültü, o kargaşalık kendini şaşırtmış, alıklaştırmış; başında bir uğultu, bir korkuyla yürüyerek bu dar yerlerden kurtulmaya çalışıyordu.

      Eyüpsultan’a gidiyordu. Köyünde, saatlerce süren ovalar, dağlar arasında yürüyüp bir ufak ses duymayan, bir insan yüzü görmeyen bu adamın şimdi bir dakikada yanından binlerce insan koşup geçiyor, koşuyor, arabalar koşuyor, tramvaylar koşuyor, her şey koşuyordu.

      İlkin dar bir yere geldiğinin farkında olmayarak yıkılan bir duvarın önüne çekilen tahta perdeye yapıştırılmış ilanlara bakıyordu. Sarı bir renk üstünde geniş ağzıyla gülen bir iri kafa, onun yanında kırmızı bir zemin üstünde yeşil boyalı bir sürü insan, havada uçan beyaz bir kuşa bakıyorlardı. Bunlara dalgın bakarken öteden gelen bir araba onu çiğneyecekti.

      “Hey sakallı, destur!”

      Her gelen ona çarpıyor, onu itiyor; o, dalmış, şaşırmış sallanarak yürüyordu.

      Yanındaki dükkânın camında baş aşağı asılmış yan yana dizilmiş bastonlar; birer tepecik yapılmış çoraplar, parlak kâğıtlara sarılmış mendiller, boyun bağları sıra sıra konulmuş duruyordu.

      “Yol versene baba.” dediler.

      Korkarak geri geri bir kenara çekildi, yol verdi. Dükkândan çıkan bir müşteri arkasından iterek:

      “Destur, geçelim.” diyordu.

      O, dakikadan dakikaya daha ziyade şaşırıyor, sıkılıyor, buradan kurtulmak istiyordu. Bunun için ne olursa olsun ileriye doğru atılmak isterken az daha cıgara ağızlığı satan adamın küçük camlı kutusunun üstüne düşecekti. Bir adım geri çekildi orada, içinden serin bir rüzgâr gelen yeşil bir kapının yanında, büyük demir parmaklıklı bir türbenin içinde yeşil sandukalarına27 örtülmüş beyaz yazma yemenileriyle yatan iki mezar vardı. Kapıda taze yemiş satan manava baktı.

      Onun da parlak gözleri, bu yurdundan uzak düşmüş yabancı adama bakmıştı. Bir toprağın, bir kanın iki saf mahsulü olan bu iki adam bütün çevrelerindeki kalabalıktan uzak, birbirine yakın olduklarını duyarak sokuldular:

      “Hemşehrim, burada yatan zat kimdir?”

СКАЧАТЬ



<p>20</p>

Enfiye: Kurutulmuş tütünden yapılan ve burna çekilen keyif verici toz.

<p>21</p>

Huzzar-ı kiram: Hazır bulunan soylular.

<p>22</p>

Feyyaz-ı mutlak: Sınırsız feyiz, bolluk ve bereket sahibi olan Allah.

<p>23</p>

Velinimet-i binimet: Karşılık beklemeden besleyen.

<p>24</p>

Velinimet-i âzam: Ulu besleyici, yüce Allah.

<p>25</p>

Laterna: Kolu çevrilerek çalınan, sandık biçiminde bir org türü.

<p>26</p>

Bu hikâye Çığır gazetesinin 1913 tarihli 75. sayısında yayımlanmıştır.

<p>27</p>

Sanduka: Mezarın üzerine yerleştirilmiş, tabut büyüklüğünde tahta veya mermer sandık.