Название: Dirilen İskelet
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-92-1
isbn:
Ve sonra delikanlı kaç zamandır düştükleri merakı, başladıkları izlemeyi ve nihayet dün gece şahidi oldukları tabiatüstü tezahürleri, korkularını, kaçışlarını bütün ayrıntıları ile anlattı. Ve sonra sordu:
“Bütün mezarlık varlıklarını size karşı ihtilale çağıran iskeletlerin yaman tehditlerinden nasıl kurtuldunuz?”
Doktor Ferhat geçirdikleri vartanın dehşetini anlatırcasına dudaklarını ısırıp başını sallayarak:
“Karşımızda cümbüşlenen manzara bir sinema şeridinden yansımıyordu. Çünkü böyle sesli bir makine henüz yapılmamıştır. Hayal de değildi. Gerçek hiç değildi. Çünkü her ikisini de olabilmek için lazım gelen zıt şartlardan birer bölüm vardı. Fakat insan kendini bir tehlike önünde görünce onun kuruntudan gelme bir şey olduğunu biraz anlasa bile yine de korkuya üstün gelemiyor. İşte Tayfur’un bayılması bundandı. Ben de ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Yürek çarpıntısından gittikçe duygularım bulanıyor, dimağıma bir duman çöküyordu. Ben de kendimden geçersem bizi kim ayıltacaktı? Karşımızda oynayan gerçek hayal, niteliği bakımından olumsuzdu. Lakin tehlike olumlu idi. Biz onlara kurşun attık, tesir ettiremedik. Fakat bu üç kefenli kahkahaları ile bizi öldürebilirlerdi.”
Feyzi: “Evet, evet… Sizin elinizde bir savunma çareniz vardı. Tabancalarınız… Silah ateşinin para etmediğini görünce hayal, gerçek her ne ise düşmanlarınıza karşı hayatınızı koruyamayacak bir âciz durumda kaldınız. Korkunuz arttı.”
Doktor Ferhat Bey yatağının yanındaki tütün iskemlesinden bir tutam sigara aldı. Misafirlerine birer tane fırlattıktan sonra bir de kendisi yakarak:
“Onların kurşundan etkilenmediklerini görünce tersine benim korkum hafifledi.”
Bu sözden hiçbir şey anlamayan misafirler birbirine bakışınca Ferhat:
“Yüzlerinizde şaşırmışlık ifadeleri görüyorum. Çünkü sözümü tuhaf buldunuz. Kurşundan yaralanıp ölmek için canlı olmak şarttır. Bu iskeletler ruhla hareket hâlinde değiller. Kurşun beden kafeslerinin bir tarafından girer öbür yanından çıkar. Bazı kemikleri zedelese bile bunlarda esas organlardan birinin zarara uğraması veya büyük bir damarın açılması ile bizim bildiğimiz suretteki fizyolojik ölümün meydana gelmesi mümkün değildir.”
Nihat son derece şaşırmış bir hâlde, meraklı bakışlarla Ferhat’ı süzerek:
“Demek bu iskeletlerin canlı olduklarını kabul etmiyorsunuz?”
Ferhat: “İskelet nasıl canlı olur a beyim? Şu sandalyenin, masanın, etajerin dirilmeleri ihtimali varsa iskelet de canlanabilir. İskeletler yalnız insan bedeninin kupkuru bir kafesidir. Geçmiş bir hizmetinden başka hayatla ilişiği yoktur.”
Nihat: “O hâlde bu gördükleriniz nasıl hareket ediyorlar, nasıl gülüp ağlayabiliyorlardı?”
Ferhat: “Meselenin karışıklığı, düğüm noktası işte burada.”
Feyzi: “Yine ulu orta inançsızlık gösteriyorsunuz. Siz hep maddecilik üzerine konuşuyorsunuz. Manevi bir kuvvetin, görünmez bir ruhun, bir iskelete girerek cilveleneceğine niçin ihtimal vermiyorsunuz?”
Ferhat: “Görünmez bir ruhun bir cismi harekete getirmesi yalnız masa başına toplanmış ispritizmcilerin inandıkları bir iştir. Yoksa bir ruh veya herhangi bir kuvvet gelsin, mezardan kemikleri toplasın, birbirine eklesin, bağlasın. Sonra bu kefenli çatıyı insanları korkutmak için ağlatsın. Güldürsün… Bunu ne maddecilik kabul eder ne manacılık. Ne akıl ne de fen…”
Feyzi: “Böyle akla, fenne uymayan kuvvetlerin bilinmezliği önünde hüküm vermek tehlikelidir. Her şey akılla muhakeme ve muvazene edilemez. Birçok hususlarda yanılan, kısır kalan idrakimizin ortaya attığı şeyleri gerçek sanmamalıyız.”
Doktor Ferhat: “Aklımızla muhakeme etmezsek ne ile düşüneceğiz beyefendi? Ben hüküm vermiyorum. Böyle bir şeyi aklımın kabul etmediğini söylüyorum.”
Feyzi: “O hâlde tersini ispat etmelisiniz.”
Doktor Ferhat derin bir can sıkıntısı belirtileriyle ve kuvvetli bir sesle:
“Edeceğim!”
“Oh dinliyoruz. Hepimizi minnet altında bırakırsınız.”
“Fakat bugün değil… Şu saatte olamaz. Şu kolumuzun, bacağımızın incikliği geçsin. Olay yerine bir daha gideceğiz. O iskeletleri göreyim, karşımızda bir daha dirilsinler…”
“Çarpılmaktan korkmuyor musunuz? Bu defa hafif inciklerle kazayı atlattınız. Belki ikinci seferde büyük bir felakete uğrarsınız.”
“Bizi onlar çarpmadı. Kemik parçaları insan çarpamaz. Biz kendi ahmakça telaşımızdan ayıldık, bayıldık. Yerlere kapandık. Mezar taşlarına çarptık. Kaçarken bisikletten kaldırımlara yuvarlandık. Öyle tabiatüstü bir manzara ile karşılaşınca aklımızı, soğukkanlılığımızı kaybettik.”
“Siz kaçarken onlar arkanızdan koştular mı?”
“Hayır… Nereden göründülerse hep o noktada kaldılar. Onların ancak mezar seddinin arkasından sırıtabilen birer kukla olduklarını işte bundan anlıyorum. Fakat hareket ipleri kimin, kimlerin elindedir? İşte bu gerçeğe ermek için her şeyi göze aldıracağım.”
Tayfur: “Ölü, diri her kim iseler bizi korkutanlardan mutlaka intikam alacağız. Böyle aslı esası olmayan garipliklerden ürkerek kaçtığımıza hem şaşıyorum hem de pişmanlık duyuyorum. Biz boş inançların, sakat fikirlerin düşmanıyız. Çocukların, budalaların titreştikleri şeylerden biz de yürek çarpıntılarına uğrayalım; vallahi düşündükçe kendi kendimden utanıyorum! Cadı, hortlak, karakoncolos, çarşamba karısı ve daha böyle miniminilerden ak saçlılarına kadar bilgisiz kimseleri titreten türlü türlü adlar var. Bu hayalleri bugünkü fennin kuvvetli ışıkları tanıtmadı. Hele vilayetlerde, kasabalarda, köylerde mezarlık üzerine uydurulmuş ispatlı şahitli ne hikâyeler söyleniyor. Rumeli’den Romanya’ya, Macaristan’a, Lehistan’a, Rusya’ya, Almanya’nın doğusuna doğru uzanmış ve yüzyıllardan beri zihinleri altüst eden, bilginleri, bilgisizleri uğraştıran, ne varlığına ne de yokluğuna karar verilebilen bir vampir meselesi vardır. Vampiri görenler, ona ısırılanlar dopdolu… Hiçbir kasabalı göremezsin ki, atalarından biri böyle bir kazaya uğramamış olsun. Vampirler gece mezarlarından çıkarlar, yakalayabildikleri dirilerin boyunlarından ve karınlarından kanlarını emerlermiş. Birkaç yüzyıl önce Fransız papazları vampir olayları üzerine Sorbon’un onayladığı eserler yayımlamışlardır. Bu sayfalarda en inançsızların bile tüylerini ürpertecek neler vardır neler… Hayat faturasından bilimsel hayatta bir yeri olmayan bu yaratıklar kan emdikten sonra mezarlarına döner yatarlarmış. Asıl tuhafı bu emme, emilme işinin fizyolojik etkisindedir. Kan emen bu ölüler semirirler, yağlanırlar, kuvvetlenirlermiş. Emilen diriler ise günden güne sararıp solarak nihayet mezarlığa giderlermiş.
Dirilerin kanına susamış bu korkunç düşmana karşı kasaba halkı savaş СКАЧАТЬ