Dirilen İskelet. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Dirilen İskelet - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 13

Название: Dirilen İskelet

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-92-1

isbn:

СКАЧАТЬ takılıp da kim buralara gelir? Kimler bunu yapar? Böyle bizi korkutmaktan maksatları düşmanlıktan başka ne olabilir? Ve hangi silahlarla silahlanmış bulunuyorlar?”

      Doktorun bu sözleri yabana atılacak gibi değildi. Tayfur düştüğü sinir krizleri içinde ne düşüneceğini bilemiyordu. Bununla beraber cebinden tabancayı çıkarıp tetiğe alarak:

      “Dostum, bu gizli sesleri çıkaranlar hortlak veya insan olsunlar, mademki onları düşman sayıyorsun bu hakkını ben de teslim ederim. Sen de silahını tetiğe al. Her türlü ihtimale karşı hazırlıklı olalım.”

      Ferhat da bu kumandaya derhâl itaat etti. Lakin mezardaki alaycı onların bu hazırlıklarına hemen kandilli kahkahasını salıverdi.

      Tayfur titreyerek:

      “Of… Karanlıkta açılan bu uğursuz ağzın gülmesine de ağlamasına da artık sinirlerim tahammül etmiyor. Haydi, yavaş yavaş, geri geri tepeye doğru çekilelim.”

      Doktor gözleriyle karanlığı delmeye uğraşarak:

      “Ağır ağır geri çekilmeye bizi bırakırlarsa…”

      “Kimler?”

      “Bu gülüp ağlayanlar…”

      “Niçin bırakmasınlar?”

      “İster cin ister insan olsun elbette bu garip tezahürde bir sebep var. Şakalarını kısa keserlerse teşekkür ederiz. Hoşa gitmeyen cilvelere kalkarlarsa hâlimiz bitiktir.”

      “Birbirimizi yüreklendirecek yerde cesaret kıracak sözler söylüyorsun.”

      “Hiçbir tehlike küçük görülüp gösterilmekle savulmaz. Biz şimdi onların yurtlarındayız. Etrafımızda insanca, şeytanca ne türlü pusular var, bilmiyoruz.”

      Mezarlık, karanlık, ürkütücü, nereden ve kimden geldiği belli olmayan sesler… Mezarlardan çakan şimşekler… Alay edişler, matemler, hep bu korkutucu tezahürlerden zihinleri donan iki arkadaş kaçmak mı, kalmak mı, yoksa silahları ile bu düşmanlara karşı bir savaş açmak mı gerektiğini çabucak tayin edemediler.

      Gerçeği anlayarak tehlikeden kurtulmak nasıl kabil olacaktı?

      İki delikanlının korkuları şimdi gittikçe derinleşiyordu. İçlerinde karanlıktan ürken çocuklar gibi ince bir titreme vardı. Fakat bu korkularını açıktan açığa dile getirmeye sıkılıyorlardı. Bu mezarların arasında gerçekten dolaşan rahmani yahut şeytani ruhlar var mıydı? Ölü kemiklerini karıştırmakla bunları kızdırmış mı oldular? Belki bu öfkeli ruhlar, o çukurların içindeki dağılmış vücut kafeslerinin sahipleri idiler. Bu ruhlar kızınca iddia olunduğu gibi mezarlarına saygısızlık edenleri çarpıyorlar mıydı?

      İki arkadaş böyle söylentileri, inançları hep masal diye dinlerlerken şahidi oldukları şu garip hâl karşısında şimdi halkın vücut verdiği bu hadiseleri, doğruya, yalana ihtimali olan bir teori suretinde muhakemeye uğraşıyorlardı.

      Onların içinde kıvrandıkları bu zor hâle acır gibi en hassas, en titrek yürekten taşan bir ağlama, karanlığı delen ve ruha işleyen matemiyle ortalığı inletmeye başladı.

      Tayfur’un sinirlerine saralanır gibi bir tırmalanış geldi. Kendini tutamadı:

      “Oh Ferhat, onlar ruh ise biz insanız. Onlar ölü ise biz diriyiz. Bu görünmezlere oranla iki kat bir varlığa sahip bulunuyoruz. Yani hem ceset hem de ruh sahibiyiz. Şu karşımızda cilvelenen şeyler kuruntu olsun, gerçek olsun, uydurma olsun, niçin bu kadar korkuyoruz? Bir ölü dirilmez. Bu ilimce, fence, akılca ispat edilmiş bir hadise değildir. Fakat bir diri ölebilir. Bunun için bu ölüler biz dirileri öldürürlerse kendilerine benzetmiş olurlar. Ruh ruha yine onlarla kozumuzu pay edebiliriz.”

      Yine aynı noktada üç şimşek çaktı. Arkasından o zeklenen kahkahanın hevenkleri karanlığı titretti.

      Tayfur artık kendini hiç tutamadı. Sanki uğradığı ani bir deliliğin saçmalıkları ile karanlığa haykırarak; “Kahkaha dirilerin hakkıdır. Ve belki de sen bir dirisin. Ölü, hayata karşı olan son sırıtışını donmuş dudaklarında sonsuz bir gerilişle mezara götürür. Ölü, hayatın bütün yalanlarına derin fakat sessiz güler. Ve dünyanın bütün felsefelerinden kuvvetli bu gülümsemesiyle gömülür. Toprağın üzerinde kalan bütün hısım akrabası ona ağlarken ölü yerin altında gülerek çürür. Her şey ölümlü, geçici, iskeletin dişlerinde taşlaşan bu gülümseme ölümsüzdür. Üç dört bin yıl sonra mezarlarından çıkarılan firavunların kemik kafaları bugün tahtlarından kovulan hükümdarların sonlarına hâlâ gülüyorlar. Senin ara sıra çaktırdığın şimşekten ben korkmam. Çünkü yıldırımdan eski zaman cahilleri korkarlar. Yeni zaman adamları yıldırımı yakalayıp hapsediyorlar. Hatta ondan küçük bir kutu içinde bir parça benim cebimde var. Nasıl şeysin? Ben de seni görmek isterim.” dedi.

      Tayfur küçük projektörünü bütün o sırların, gizliliklerin cilvelendiği noktaya çevirdi. Elektrik ışığının aydınlattığı manzaranın dehşeti karşısında ikisinin de gözleri büyüdü. Ağızları açıldı. Boğazları kurudu. Sinirleri boşandı. Alevler, sesler çıkan uhrevi aile mezarlığının arkasından bembeyaz kefenlere bürünmüş, yalnız yüzleri meydanda, bir sıraya üç iskelet, öbür dünyadan bakan çukur gözleri, düşmüş burunları, etsiz, dudakları sade kuru dişlerle çevrilmiş ağızlarıyla gülüyorlardı.

      Tayfur arkadaşının bileğinden tutup tıkana tıkana sıkarak:

      “Hayalet mi bu? Ne görüyorum? Kefenler içinde dimdik üç ölü… Kafataslarının kara deliklerinden alaylı ve korkutucu bir şekilde bize bakıyorlar.”

      Ferhat aynı şiddetle arkadaşının elini sıkarak onun korkusuna katıldığını anlattıktan sonra:

      “Senin gördüklerini aynen ben de görüyorum. Hayal değil, gerçek değil. Ne olduğunu anlayamadığım ve hiçbir zaman da anlayamayacağımız dünya ile ahiret arasında bir acayiplik… Bu olsa olsa yalnız bir surette açıklanabilir.”

      Tayfur artan titremelerle hâlâ doktorun bileğini sıkarak:

      “Nasıl?”

      “İkimiz de deliliğin eşiğinde dimağca bir karışıklığa uğramış olabiliriz. Şu gördüğümüz canlı ölüler… Akılları tam kimselere gözükmezler sanırım.”

      Tayfur titremelerin diline de geçmesiyle kekeleyerek “Eğer delirmenin eşiğinde isem ben bu kapıdan içeri girip tam çıldırmak isterim.” dedi.

      Tabancasını üç kefenli iskelete çevirerek, dan, dan, dan ateş etti.

      Cadılar, hayaletler silah kurşunları karşısında erirler, dağılırlar, esîre karışırlarmış. Lakin bunlar ne kaçtı ne dağıldı ne de yerlerinden kıpırdadı. Sırıtkan, inatçı, çukur gözlerinin o değişmez korkutuculuğu ile hâlâ dimdik bakıyorlardı. Kurşunlar, etsiz, kalpsiz, damarsız kuru kemik vücutlarının bir tarafından girip öbür yanından çıktı mı? Yoksa kurşun geçirmeyen zırhlara çarpar gibi üzerlerinden akıp yerlere mi düştü? Bu belli değildi. Yalnız bu ölümlü olmayanlara kurşun СКАЧАТЬ