İnsanın Macerası. Piero Scanziani
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İnsanın Macerası - Piero Scanziani страница 9

Название: İnsanın Macerası

Автор: Piero Scanziani

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-18-1

isbn:

СКАЧАТЬ bile. Böylece anestezinin temellerini atmıştı. Bunu tüm dünyaya bildirdi ancak her ne kadar Londra Kraliyet Akademisi Derneği profesörü ve ünlü bilim adamı olsa da kimse onu dikkate almadı. Fiziksel acı herkes için o kadar kaçınılmaz görünüyordu ki Humphry Davy’nin iddialarını ciddi bulmadılar. Oysaki bedeni acıdan kurtaran yol bulunmuştu.

      İşkence odasındaki on iki saatlik acı sonunda bitti ve artık doğmak üzereyiz. Kırk hafta içinde bize karmaşık ve takdire şayan bir beden veren, onun yanında daha da karmaşık ve kusursuz bir ruh kazandıran, doğum zamanımızı ve doğru pozisyonu belirleyen, başlangıçta narin sonra acımasız gibi görünen yaşam, şimdi eserini bitirmeden evvel sağlamlığını test eden ve her yönüyle uzun süre inceleyen titiz bir mimarın soğukkanlı ifadesini takınmıştı. Onun için acı önemli değildi, en büyük zorluk öngörüydü.

      Hayat bizi on iki saat boyunca iyice analiz etti: Bizi sıkıştırdı, devirdi, iskeletimizi, eklemlerimizi ve organlarımızın sağlamlığını denemek için eğdi büktü. Eğer bir kusur ya da zayıflığımız olsaydı bu denemeyi geçemezdik. Şayet yaşam annemizde bir eksiklik bir kusur bulursa (rahim veya pelvik konformasyonun bir kusuru) sınavı geçmek bizim için çok daha zor olacaktır çünkü kusurlu bir annenin bebeğinin de kusurlu olacağı şüphesi doğar. Anne anomalisi en iyi pozisyon olan baş aşağı gelişe engel olabilir, bunun yerine bizi yüzden, makattan gelişe ya da daha kötüsüne zorlar. Bu durumda doğum daha zahmetli hâle gelir, dolayısıyla sınavımız daha da zorlaşır, dikkat ister.

      Doğumumuz sırasında yaşam bir Spartalıya dönüştü. Zayıfları durdurdu ve onları merhametle savaştan korudu. Bizi ancak ölçüp biçtikten sonra savaşa bıraktı. Güçlü ve dünyevi çatışmayla yüzleşebilecek kabiliyette oluşumuzu değerlendirdi. İşte bu yüzden şimdi dünya ışığına kavuşmak üzereyiz. İşte şimdi buradayız.

      İşkence odasından çıkar çıkmaz ışıkla karşılaşıyoruz, o esnada nefes alışverişimiz hâlâ yok. Ebe bizi annemizin dizleri arasına bıraktı; göbek kordonu ölmekte olan plasentanın son kan darbelerini taşımaya devam ediyor.

      Işık ilk dünyevi karşılaşmamızdır ve acemi olan görme yetimiz için oldukça zorlayıcıdır. Diğer duyularımız ise bu esnada uykularına devam ederler. Sesler kulak zarlarını dolduran bir jöle tarafından geri tutularak bize ulaşmaz. Henüz nefes almıyoruz ve bu nedenle koku ve tat alma duyumuz da sessiz. Bebekler epidermisini tamamen kaplayan verniks kazeoza nedeniyle dokunma duyusunu bile asgari kullanırlar. Bunun yanında şaşkına dönmüş ruhumuz ilk dünyevi fişekleri göz bebeklerine sabitler. Nesneleri ayırt edemez, yalnızca parıltıları görür. Dünyaya geldiğimizde, havadan bile önce ışıkla tanışırız.

      Sersemlemiş ve yaralanmış hâlde, morarmış cildimiz, ağrıyan uzuvlarımız, şişmiş kafatasımız ile ölümle kalım arasında arafta beklerken ebe o malum hareketini yapar: Göbek kordonunu bir eliyle yakalar ve keser. Böylece bizi anneden koparır ve yalnız bırakır.

      Bizi bir ikilemin karşısında yalnız bırakır. Seçim yapabilmek için ise çok az süremiz vardır: Yaşam mı, ölüm mü? Bu kısacık anlarda iç organlarımız (kalp, akcigerler, timüs, diyafram, karaciğer) göğsümüz ve karnımızda yeni bir pozisyon edinirler, bu kısacık anlarda her zaman kardiyoplasental yolla vücudumuzu dolaşmış olan kanımız aniden kardiyopulmoner yola girer. Eğer derhâl nefes alışverişimiz ile iç organlar ve kandaki bu kargaşaya adapte olamazsak bizi yeni doğanların ünitesine koymak yerine, doğuştan ölülerin kaydına koyacaklardır.

      Hayat bizden hep daha güçlü, hatta daha güçlü ve daha da güçlü olmayı istemekten hiç yorulmaz. Şimdi yine bizi son bir riskle karşı karşıya getiriyor: Ya nefes almayı icat edeceğiz ya da ölümü tercih edeceğiz.

      Annemiz bize yattığı yerden ilk bakışını atıyor: Göğsünde bu zavallı, küçücük, çıplak ve kanlar içindeki hâlimiz için hemen yer açar.

      Kordon kesilmiş ancak biz hâlâ ağlamadık. Anne sıkıntılı hâlde zaten solgun olan gözlerini bize dikiyor. Sonra gözlerini kabaca göğsümüzü ovalayan ebeye çeviriyor. Yine de ilk feryat çığlığı henüz dudaklarımızdan dökülmedi, sessiz ve hareketsiziz. Anne kendini yatakta güçlükle doğruluyor, endişeli ve düşük sesle: “Nefes almıyor mu? Ne yani, nefes almıyor mu?” diye soruyor. Ebe bizi bacağımızdan yakaladı ve ters çevirerek popomuza şaplak atmaya başladı. Nasıl nefes alacağımızı bilmiyoruz, hiç nefes almadık ki, rahmimizin huzurunda buna ihtiyacımız yoktu.

      Anne, “Daha sert!” diye bağırıyor. “Daha sert vur! Ağlamazsa ölür!” “İşte!” dedi ebe. “İşte!”

      Ve sonunda ilk nefesi alabildik. İlk nefesimizi bir feryat takip ediyor, bu bir ağlama değil, bu bir acı çığlığı. Yine de bu çığlığı duyunca odadaki kadınların yüzü gülüyor. Ebe bizi temizleyip örterek annemizin kolları arasına yerleştiriyor ve bu sıcakta çektiğimiz onca acının sonunda uyuyakalıyoruz. Hayat bir kez daha yüzünü değiştirdi. Artık güç gerektirmiyor, şimdi sevgi zamanı.

      DOKUZ YÜZ GÜN

      Dokuz yüz gün nedir ki; yalnızca otuz ay veya yalnızca iki buçuk yıl. Otuz ay boyunca altı yaşındaki bir çocuk abeceyi ve sayı saymayı öğrenmek için çabalar durur. Otuz ay içinde on altı yaşındaki bir ergen bir lisans ya da diploma bile alamaz. Otuz ay içinde yirmi yaşında bir genç bir dili veya mesleği tam olarak öğrenmez.

      Öte yandan yeni doğmuş bir bebek (kör, sağır, dilsiz, güçsüz, savunmasız ) otuz ay içinde yalnızca görmeyi değil aynı zamanda anlamayı, yürümeyi ve konuşmayı da başarır. Yalnızca dokuz yüz gün içinde yaşama adapte olmuş yeryüzünün batık ruhunun mucizesi.

      Bu mucizeler günlük hayatta gözlerimizin önünde gerçekleşir ve bize o kadar olağan gelir ki onlara karşı olan merakımızı kaybederiz. Otuz ay içindeki değişimler şaşkın bir fetusu gülen, koşan, sorgulayan bir bebeğe dönüştürür ancak bu bizi artık şaşırtmaz, bize çok sıradan gelir. Bize varlığın doğasıymış gibi görünen bir değişimdir bu: Hissederiz ama şaşırmayız, yalnızca zamanında gerçekleşmezse şaşırırız. Çocuk gelişimi birkaç gün içinde çiçeklenen bir gül goncası ya da dün yumurtadan çıkmış, şaşkın, ıslak uzanırken bugün yuvarlak, sapsarı, cırlayarak her yeri didik didik eden bir civciv ile aynı düzene sahip gibi görünür. Mütemadiyen değişen bir evrende bebeğin dönüşümü bize tıpkı kaynayan suyun buharlaşması gibi genel bir kural gibi gelir.

      Ancak kaynayan suda ne bir çaba ne de bir inisiyatif vardır. Sadece kimyasal ve fiziksel örüntülerinde sabitlenen mekanik bir kanunun kör bir tekrarı vardır.

      Ancak goncanın çiçeklenmesinde mevsimlerin ritimlerine dikkat eden bir bitki yasası vardır, bilinçsiz bir genişleme, toprağın karanlığında kök salma, yapraklara doğru bitki saplarını uzatma vardır.

      Bir civcivin cıyaklamasında yalnızca uzak bir içgüdü vardır, onu zihinsel alaca karanlıkta bırakarak ona yardım eden ve yönlendiren ve ona eşlik eden bir tür hayvan yasası vardır. Oysa bir bebeğin dönüşümünde kendini birdenbire bir bedenin içinde hapis bulan insan ruhunun bütün genişlemesi var. Gemi enkazı dalgasının onu fırlattığı sahilde uzanır, kalkar, dener, tekrar dener.

      Bu her birimizin yaşadığı ve hepimizin tamamen unutmuş olduğu olağanüstü bir maceradır.

      Küçük СКАЧАТЬ