Название: İnsanın Macerası
Автор: Piero Scanziani
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-18-1
isbn:
Oysa bu dramanın başkahramanı bizzat bebektir, bizzat kendisidir. Geri kalanların tümü ikinci plandadır: nefes nefese bir anne, çabalayan bir ebe, uzak ve unutulmuş bir baba.
Ancak bu kötü yazılmış ve acımasız bir dramadır. Başaktör her zaman arka plandadır. Nihayet sahneye geldiğinde perde düşer ve her şey biter. Ebe ellerini yıkamak için ortadan kaybolur.
Kahramanın sadece perde arkasında olduğu yetmezmiş gibi üstüne bir de ağzı da kapanmış, sesi bile gelmez. Gizlice işkence görür ve bağırmasına izin verilmez.
Yine de bazı nadir durumlar ve özel koşullarda işkence içindeki, görünmeyen ve henüz tam doğmamış bu bebeğin yüzüne doğru bir parça açık hava vurur. Bu küçük havayla feryat figan acılarını ifade etmeye çalışır; bu membranlar açıldıktan sonra rahim içinden gelen fetus ağlamasıdır ancak öyle zayıf, korkunç, karanlık, insani olmayan, doğum öncesi bir dünyadan gelen, o dünyadan bizimkine ulaşan acı verici bir sestir ki onu kim duysa tir tir titrer. Anne özlemini durdurur, ebe ilgisizliğini kaybeder. İki kadın doğmadan önce ağlayan bir bebek duyunca dehşet içinde birbirlerine bakarlar.
Kimse doğum saatini aniden belirleyen sebepler üzerine düşünmez. Böylesi bir şiddet olayını tetikleyen sebeplerin gerçekten güçlü sebepler olması gerekir. Plasentanın kendi döngüsüne sahip olduğu ve nihayetinde ömrünün tükeneceği bilinir. Ancak plasenta ölüme tek başına gider, kırk hafta boyunca beslediği, büyüttüğü bebeğin hayatına karşı kurban edilmiştir.
Plasenta ölmek üzeredir ve yeni canlı doğmaya hazırdır. Sonra bir hormon patlaması yaşanır, bir dakika öncesine kadar rahimle ilgilenmezken aniden sayıca artarak güç elde ederler. Peki hormonal bezleri daha fazla salgılamaya teşvik eden kim?
Güneş saati doğumumuzun zamanını işaretlediğinde birisinin bir emir verdiği anlaşılır: Mekanizma karşı konulmaz bir biçimde çalışmaya başlar. Bu doğum için en doğru andır. İnsanlığın büyük çoğunluğu iki yüz seksen günde yani doğru anda doğar. Daha önce olsa bebek olgunlaşmazdı ve hatta neredeyse yaşayamazdı, daha geç olsa bükülme ve boğulma riskini arttıracak kadar büyük olurdu. Komut, nadir durumlar dışında, en iyi anda verilir ancak bu durumlarda bile ilerlemeyi veya gecikmeyi haklı kılan sebepler vardır.
Nereye bakarsanız bakın hayatın akıllıca davrandığını görürsünüz. Sayısız sırrı bilir, sayısız varlığın merkezindedir, her birini yol boyunca destekler. Zamanın sonsuzluğunda çalıştığı için acelesi yoktur, onun için hiçbir şey çok küçük ve hiçbir şey çok büyük değildir, hiçbir şey işe yaramaz değildir, doğmak yaşamak ölmek gibi her şey önemlidir. Yine de bizi ana rahmine yerleştiren, herhangi bir tehlikeye karşı koruyan, mükemmel bir huzur içinde saklayan, sessiz, karanlık, sıcak bildiğimiz bu şefkatli yaşam birdenbire yüzünü değiştirir. Gülümseme çocuklara işkence eden bir cadı sırıtışına dönüşür. Böylece ilk sancı ile karşılaşırız.
İki devasa el kaba bir şekilde ve şiddetle bizi arkaya doğru eğerek ve başımızla topuk kemiğimize dokunup dansçılar gibi omurgamızı kıvırarak bir kafamızdan bir bacaklarımızdan bizi yakalamış gibiydi. İliklerimizde, omurlarımızda ve sinirlerimizde şiddetli bir spazm hissettik.
Bu acıydı, ne olduğu tam bilinmeyen korkunç bir duyguydu, henüz tam doğmamışken hayatımızın ilk acısı ile karşılaşmıştık. Acı çektik ve dehşete düştük. Ağzımızı ardına kadar açarken küçük kalbimiz hızlı bir tempoyla çarpmaya başladı ancak etrafımızı saran sıvı yüzünden çığlıklarımız duyulmuyordu.
Doktorlar doğmamış bebeğin kalbini steteskop ile dinleyerek ilk acı bittiğinde bebeğin yavaş yavaş sakinleştiğini söylerler ancak takip eden her doğum sancısı ile birlikte bebeğin de nabzı korkudan tekrar yükselmeye başlar. Artık doğum mekanizması çalışmaya başladı ve hiçbir şey onu yolundan alıkoyamaz. Doğum ortalama on iki saat, genellikle yirmi dört saat, bazen de daha uzun sürer. Bebek artık işkence odasına girmiştir.
Bazıları doğumun her bebek için bir işkence olduğunu öğrenince çok şaşırır, hatta en başta inanmazlar, sonra bu fikirden rahatsız olurlar ve en sonunda sinirlenirler. Bizi suçlu ilan ederek “Böyle şeyleri yazmak yasaklanmalı!” diye beyanatta bulunurlar.
Yasak olsun ya da olmasın söylendiği gibi bebekler dünyaya el bebek gül bebek gelmezler, melekler gibi de doğmazlar. Onlar dünyaya kana bulanmış hâlde gelirler.
İlk işkence devrilmedir. Vücudumuz doğum öncesi pek çok başkalaşım geçirmiş olmasına rağmen daha önce hiç geriye doğru, tersine çevrilmiş bir şekilde dikilmemiştir. Baş aşağı, sırtımız öne doğru eğik, dizlerimiz alnımıza dayanmış şekilde bir şebek gibi dururuz. Her sancıda iki devasa el yalnızca omurları geriye doğru büker, hemen sonra ilkel duruşumuza geri dönmemize izin verip sonra tekrar bizi yay şekline sokmaya çalışırlar: On kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan şiddetli omurga spazmı yaşarız. Bazıları omurganın bir sapması sebebiyle lordoz ile doğarlar.
İkinci işkence boğulmadır.
Nefes alamasak da oksijene ihtiyacımız var ve bunu göbek kordonu aracılığıyla anne kanından alırız. Ancak her sancıda, kordon tamamen kapanana kadar sıkıştırılır ve tıpkı suda boğulanlar gibi nefes alamaz duruma geliriz ve yalnızca bronşları ve mideyi işgal eden suyla ağzımızı doldurabilmeyi başararak yine boğulanlar gibi nafile ağzımızı ardına kadar açar, göğsümüzü genişletiriz. Otuz saniye sonra, bazen altmış, bazen yüz saniye sonra, sancılar kesilir, acıdan uzaklaşarak oksijenli kana tekrar kavuşuruz. Ancak ara kısa sürer. Sancı tekrar başlar ve boğulma hissi geri gelir, on kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan ölüm kalım çizgisinde gidip geliriz. Çoğunluğumuz asfiksiden, balgamdan ve sudan tıkanan solunum yolları ile doğarız.
Üçüncü işkence kasların kasılması ve sıkışmasıdır. Üç kilogramın biraz üzerinde olan küçük, henüz doğmamış bedenimiz korkunç kasılmaların merkezindedir. İlk sancıdan son sancıya kadar geçen on iki saat içinde beş kentallik toplam ağırlığa ulaşan kuvvetler tarafından dövülür, ezilir, itilir, ele geçiriliriz. Tufan şimdiye kadar huzur içinde yaşadığımız o yerden bizi koparır ve boynumuzu bükerek, uzuvlarımızı gererek, göğsümüzü ve karnımızı sıkarak, yüzlerimizi korkunç bir şekilde şişirerek geçilmez geçitlere girene kadar bize baskı yapar. Zorlu isyan kendini on kez, elli kez, yüz kez tekrarlar. Bazıları iç organların sıkışmasına direnmez ve doğmadan ölür.
Dördüncü işkence en korkunç olanıdır, Orta Çağ cellatları buna demir haç derlerdi. O zamanlarda kurbanın başına, alnını ve kafasının arkasını bir vida ile kademeli olarak sıkacak metal bir bant yerleştirilirdi. Kranial kemikleri dayanılmaz bir acı vermek için üç milimetre, deliliğe neden olmak için beş milimetre ve ölüme neden olmak için yedi milimetre sıkmak yeterliydi. Doğumda her bebeğin başı on ila yirmi milimetre arasında sıkıştırılır. Şayet bu sebepten çok fazla ölüm olmuyorsa bu yalnızca kemiklerinin olağanüstü plastisitesi olduğu içindir. Ancak korkunç sıkıştırma nedeniyle neredeyse her zaman her bebeğin kafasında doğum sırasında bir şekil bozukluğu olur: Beyin-omurilik sıvısı omur gövdesine boşaldığında kafa derisinde su ve kan şişmesi belirir. Üstelik bu tek bir sıkışma değildir, sıkışma zavallı bebek kafatasının СКАЧАТЬ