Название: İnsanın Macerası
Автор: Piero Scanziani
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-18-1
isbn:
İlk iki yüz günde büyüme özellikle sindirim sistemi ve beyin üzerindedir. Altı ay içinde mide kapasitesini çoğaltır ve doğumda neredeyse yok denecek kadar az olan enzimler ve suları salgılamaya odaklanır. Bağırsak yüzde kırk artar ve yararlı bakteri florası zenginleşir. Beyin üç yüz gramdan altı yüz grama ulaşır, kafatasının çevresi on bir santimetre genişler. Bu sırada bacaklar kısa kalır, kemikler yumuşar, kaslar zayıflar. İlk büyümemiz düzensiz denilebilecek düzeyde ve gençliğin ahenkli mükemmeliyetine yol açacak şekilde gerçekleşir.
Yaşamımızın ilk günlerinde şaşkınlık döneminden geçeriz. Uyku ile uyanıklılık arasında genellikle ne uyanık ne de uykuda oluruz ancak mütemadiyen derin bir şaşkınlık yaşarız. İfadesiz bir yüzümüz, bomboş bakışlarımız ve düzensiz vücut hareketlerimiz vardır. Hareketten yoksun hâldeyiz, biri bizi kaldırmaya kalksa başımız rastgele sallanır. Bildiğimiz tek dil ağlamaktır, bir heyecanımızı ifade edebilmek için tek yol hayvani basit bir bağrış olan feryadımızdır.
Bir başkasının sürekli yardımı olmadan açlıktan ölürüz, gözleri ve kulakları kapalı olduğu hâlde bir köpek yavrusunun yapabildiği gibi beslenmek için kendi kendimizi anne göğsüne bile itemeyiz. Çevik hâlde doğan kobay yalnızca koşmakla kalmaz, otları yiyip onları birbirinden de ayırabilir. Her şeyden haberdar olan hücresinden bir karınca çıkar. Hemen antenleri temizler, etrafına bakınır ve çalışmaya başlar. Âdeta yetişkin gibi doğmuştur.
Küçük insanoğlu ise gizemli ve karmaşık içgüdülerin yardımından mahrumdur. Valizinde yalnızca iki rekfleks ile hayata başlar: meme emmek ve göz kırpmak. Eğer dudaklarının arasına bir şey koyarsanız, sadece meme ucunu değil, bir parmağı, bir lastik sükinozu ve başka bir şeyi otomatik olarak emer. Bu temel refleks olmasaydı açlıktan ölebilirdi. Diğeri göz kırpmaktır. Yenidoğan bebeğin gözleri aşırı ışığa maruz kalırsa göz kapakları açılır, kapanır, bu iradenin ya da bilincin müdahalesi olmadan tamamen mekanik bir savunmadır.
Bu ilk günlerde bilincin farkında değiliz, yalnızca basit ve karanlık bir hisse sahibiz. Bu, gecenin ortasında uyandığımız zamanla karşılaştırılabilir bir durumdur, şaşkınlıkla gözlerimizi karanlığa açarız, nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu, geçmişi, geleceği bilmeden, her türlü zaman, mekân duygusundan yoksun, yukarı aşağı nedir bilmeden, gecenin siyahı ve belirsizliği içinde şaşkınlıkla kendimizi bulduğumuz temel bir varoluşa indirgeniriz.
Bu ilk şaşkınlık dönemi boyunca kabaca ruhumuzun yaşadığı bir durumdur.
Daha sonra (üçüncü ya da beşinci gün civarında) şaşkınlık döneminden parıltı dönemine geçilir. Karışıklık hâlâ tamamlanmış değil. Çocuk ruhunun etrafında uzanan manzara büyük ölçüde artık belirsiz değil. Gecenin karanlığında ilk parıltılar kendini gösterir. Bu büyük bir resme çok yakından bakmak ve fırça darbelerini ayırt edememek ile karşılaştırılabilir bir durumdur: kaba, müstakil, sessiz ve önemsiz renkler. Ama burada, bir adım geri attığınızda, muazzam resmin bazı küçük detaylarını görebilirsiniz: Bir çizim belirir, bir anlam oluşur.
Benzer şekilde yenidoğan da ilk saatlerinde kaos içinde duygudan duyguya sürüklenir. Şans eseri denk geldiği gölgeler, ışıklar, bir sessizlik bir gürültü, bir parmağın tadı, bir sütün tadı, bir okşama, bir sert yüzey, bir annenin kokusu bir mekonyum kokusu, bir sıcak bir soğuk, aç susuz zonklayan kan, iç organ hareketleri, göbek bağı ağrısı… Muazzam tutarsızlıktaki bu manzara önünde küçüçük ve yalnız bebek yine de çözülmüş bir dünya kabul etmeyi reddeder.
Böylece çocuksu ruhu şaşkınlıktan çıkar. İlk başta dikkat süresi artar sonra bir zekâ kıvılcımı ve en sonunda da canlı bi sevgi ihtiyacı ile hafıza kendini gösterir.
Önce dikkat parıltısı belirir. Yenidoğanın önünde parlak bir nesne belirirse gözlerini ona diker ve sabitler. Bu sadece çağrının gücüne uyum sağlayan istemsiz bir dikkattir ancak embriyonik safhada bebek manzaranın bir noktasına nasıl odaklanılacağını, böylece onu nasıl gerçeğe dönüştürüleceğini öğrenir. Dikkat süresi olmadan insan dünyası aptalca olurdu. Oysa insanın işi evrene düzen vermektir.
Sonra hafıza parıltısı belirir. Dikkat gerçeğe dönüşür, hafıza onu kaydeder. Birkaç günlük yaşamdan sonra yenidoğan uyku ve emme saatlerini artık öğrenir. Bu yalnızca anlık bir hafızadır, herkes için hatta sebzeler için bile ortak olan ritimli bir anımsamadır. Sabahları saksılarında açılan ve akşamları kapanan çiçekler vardır. Avrupa’dan Amerika’ya uçakla taşınan çiçekler Avrupa’daki gece ve gün hafızasına göre açılıp kapanmaya devam ederler. Sadece kısa bir süre sonra eski takvimi unuturlar ve yenisine katılırlar. Çocukluk hafızasının tohumundan hayatı düşünceye çevirmeye mahkûm insan zihni doğar.
Sonra zekâ parıltısı ortaya çıkar. Zekâyı yeni koşullara uyum sağlama yeteneği olarak tanımlayabiliriz. Değişen derecelerde bu bakış açısı tüm canlı varlıklara uygulanabilir. Solucan eğer solda devamlı elektrik çarparsa daima sağa dönmeyi bir ay içinde öğrenir. Bebek biberonu, parmakları ya da memeyi emebilmek için hemşirelerin yönlendirmelerine uyarak birkaç saat içinde dudak, dil, damak hareketlerini çeşitlendirmeyi öğrenir. Bu kavrayış ne kadar asgari de olsa yaratımın muazzam karanlığı arasında küçük bir alev, insan zekâsını ateşleyecek bir kıvılcımdır.
Son olarak, sevgi parıltısı ortaya çıkar. Daha ilk haftalarda anne beşiğin yanına geldiğinde küçük bebek sevincini olabildiğince belli eder. Debelenir, elini kolunu sallar, gözlerini açar, dudaklarını ıslatır, boğazdan sevinçli bir gıcırtı ortaya çıkar. Nabız ve dolaşım hızlanır. Ne kadar küçük olursa olsun, çocuğun sevgi vermesi ve alması gerekir. Okşanma ihtiyacı bizimle birlikte doğar ve tüm yaşam boyunca içimizde bizimle birlikte yaşamaya devam eder, genellikle yanlış anlaşılır, genellikle hayal kırıklığına uğrar. Minerallerin, sebzelerin ve hayvanların dünyasında iyiliğin bize bir istisna ve şiddetin bir kural gibi geldiği durumlarda, hassasiyeti icat etmek insana bağlıdır.
Yalnızca yirminci yüzyılda insanlar çocuğun kıtasına inebildiler. O yıllardan önce herkes çocukların kendi ülkemizde yaşadığına ve küçük ve eksik olmasına rağmen bize eşit olduklarına inanıyordu. Başka bir yerde ikamet ettiklerinden kimse kuşku duymuyordu, oysa onlar bizimkinden farklı, yanardöner ve muhteşem bir kıtada yaşıyorlardı. Ancak yıllar süren yelkenden sonra katı ve donuk ilçelerimize demir atıp bize ulaştılar.
İnfantil topraklar oraya ilk ayak basan biricik Cristoforo Colombo tarafından keşfedilmemişti. Bu hususun kâşifleri ise oldukça çağdaştır ve içlerinden üçü çok önemlidir: Fransız Alfred Binet, Amerikan arnold Gesell, İtalyan Maria Montessori.
Hindistan’a yelken açmışken Amerika’yı tesadüfen keşfeden Cristoforo Colombo gibi Binet de insan ruhunu ölçecek bir sistem arayışındayken karşısına çocukluk adası çıkmıştı. Sorbonne’da profesör olan ve deneysel psikolojinin kurucusu Alfred Binet 1855’te doğdu. Tamamen kendi yüzyılının insanıydı. Bu yüzyıl bilim ile sarhoş olmuş hâldeydi ve tüm sarhoşlar gibi biraz inandırıcı ve biraz da palavracıydı. Etrafta fiziksel güçleri, maddeyi ölçen ve sonra bunları pek çok alanda kullanan bilim insanlarının СКАЧАТЬ