Название: İnsanın Macerası
Автор: Piero Scanziani
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-18-1
isbn:
İnsanlar dünyaya eşit olarak gelmezler, eşit şekilde de gelmezler. Doğma şeklimizin tüm yaşamımız üzerinde yakın ve uzak etkileri olacaktır. Nero makat gelişli doğmuştur, yani doğması gereken pozisyonun tam tersi şeklinde.
Doğmamış yüz çocuktan doksan beşi kafatasının üstü öne doğru, baş aşağı durur. Ancak kimisinin yüzü, bir diğerinin alnı rahme dönüktür, bazısı makat gelişli doğar ya da çok azı diz ve ayaklarıyla çıkmaya çalışır. Sonunda bir tanesi ölüm oranı yüksek bir pozisyon olarak omuzdan gelişle doğmaya kalkışır.
Yüz bebekten doksan beşi iyi durumda doğar ve bu oldukça yüksek bir orandır, hayatın daima tetikte olduğunu gösterir. Bu nedenle büyük çoğunluk annenin iyi bir şekilde uyması şartıyla, kendiliğinden, yardıma ihtiyaç duymadan rahmi terk eder. Doğarken daima ölmek riski vardır ancak bu doksan beşi için risk minimal, neredeyse yok denecek kadar azdır. Oysa Oksiput Posterior pozisyonda gelen doksan altıncı bebek için yaşam belirsiz, risk ise ciddidir. Burada uzun saatler boyunca harcanan emek, korkunç bir acı, boğulmalar ve bazı istatistiklerde yüzde otuza ulaşan mortalite ile karşılaşılır. Yüz gelişi ile doğan doksan yedinci için de durum belirsizdir. Vakaların yüzde on beşi ölümle sonuçlanır, diğerleri omurga manevrası kolaylığı ile kurtulur. Bebekler genellikle yüzlerinde anomali ile doğarlar, buna Etiyopya karanlık yüzü denirdi: kan dökülmelerinden kızaran gözlerin etrafında morarmalar, kabarmış dudaklar ve dil, şişmiş yanaklar, trakea düzleşmesi, bundan dolayı kısık ve boğuk ağlama. Yenidoğan gösterilmeden önce doğum uzmanı anne ve aile üyelerini bebeğin bir canavar olduğunu sanmamaları için uyarmalıdır.
Doksan sekizinci ve doksan dokuzuncu makat geliş doğar ve bu üzücü bir alamet taşır. Bu şekilde tersten doğan kişilerin insanlığın büyük belalarından biri olacağına dair bir inanış vardır: sadece Nero değil, Attila, Napolyon ve Hitler. Makat geliş doğan bebekler bazen de anomali ayaklarla doğarlar, ayakları çarpıktır: Bazen doğumsal kalça çıkığı bazen uyluk kemiği ya da alt çene kemiği kırığı ya da omurilik yaralanması veya yüz felci yaşarlar. Bazı durumlarda, onları boğan kendi göbek kordonlarıdır.
Yüzünün sonuncusu omuzdan gelişle doğmaya çalışan tek bebektir, tümünün içinde en uğursuz doğum pozisyonudur. Doğuma doğru bebeğin rahim içinde dik konuma geldiği bir an vardır. Yüz seferde bir kez genellikle bazı maternal kusurlardan dolayı da bebek dik değil yan yatmış hâlde durur bu durum bebeğin hayatını kaybetmesine neden olabilir. Üstelik eğer durumu değiştirmek için müdahalede bulunulmazsa yalnızca bebek ölmez anne de kaybedilir. Doğal güçlere bırakılmış omuzdan gelişli doğum nihayete ermez ve yarım kalır: Anne kurtarılamadan bebeği tarafından öldürülerek can verir. Eski zamanlarda ölü kadının rahmini açma ve hâlâ canlı olan bebeği çıkarma girişimleri yapılırdı. Hatta bazen anne ölümünden bir buçuk saat sonra bile rahmi açtıklarında başarılı oldukları olurdu, böylece sağ bebek ne yazık ki annesiz doğardı. Bugün ise doktorlar hem annenin ve hem de çocuğun hayatını kurtarabiliyorlar. Ancak yine de Avrupa’nın pek çok kırsalında, Hindistan ve Çin ovalarında, Amerika ve Avustralya topraklarında, Afrika ormanlarında, her gün yüzlerce anne, uzun yoldan getirdikleri ve doğamamış çocuklarıyla birlikte korkunç ortak bir acı içinde hayatlarını kaybediyor.
İnsan sevinmek için uygun olan doğasının bu temel kuralını ihlal ederse acıyı reddeder. İlk insan Âdem’den bu yana insanlar kalplerini sıkıştıran acıdan kurtulmak için dualar ettiler, Havva’dan beri insanlar yaralarının üzerine otlar koydular ve böylece uzuvlarının acısının azaldığını gördüler, insanlık o zamandan bu zamana acıyla savaşır durur.
Bin yıl boyunca süren bu savaş iki büyük cephede gerçekleşti: ruhun acılarının yaşandığı Asya’da birincisi; fiziksel sancıların yaşandığı Avrupa’da ikincisi. Asya’da (pozitif bilimler ve ilahiyat biliminin ana vatanı) büyük bir lider vardı: İsmi Gotama Buda’ydı. Bundan yirmi altı yüzyıl önce bir akşam Benares yakınındaki Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında meditasyon yapmak için oturdu. Yirmi yaşındaydı. Avrupa’da ise (doğa ve mekanik bilimlerinin ana vatanı) 1798’de Londra’da bir akşam korkunç bir diş ağrısı çeken Humphry Davy adında bir öncü vardı. O da yirmi yaşındaydı.
Birbirinden çok uzak ve çok farklı bu iki gencin hayatı yine de acıya karşı insanın savaşında, her ikisi de bu savaşı kazandığı için birbirine paraleldir.
Gautama Buda soylu bir aileye aitti, yakışıklı, sağlıklı, güçlü, zengindi eşine âşık bir insandı. Mutlu olmalıydı ya da mutlu olurdu, eğer bir gün muhteşem güzellikteki bahçelerinde bir dilenciyle karşılaşmamış ve böylece sefaletin ne demek olduğunu öğrenmemiş olsaydı; bir cüzzamlıya denk gelmemiş ve böylece hastalığı öğrenmemiş olsaydı, bir cesete rastlamamış ve böylece ölümü öğrenmemiş olsaydı. Bu üç katmanlı karşılaşma kalbinde bir yara açtı ve huzurunu elinden alıp yerine daimi bir hüzün yerleştirdi. Ruhunun acısını dindirip ona derman olacak bir çare aramaya niyetlenerek yavaş yavaş her şeyi terk etmeye başladı. Koskoca bir prensken gezgin bir keşişe dönüştü, hacca gitti, yol boyu çile çekti, çul giydi, gecelerce gözünü uyku tutmadı, günlerce oruç tuttu, onu önce arındırması sonra iyileştirmesi gereken bu bedensel zorlukların çoğunun hiçbir şeye hizmet etmediğini anladı. Bir akşam Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında bir başına oturuyordu. Yanından bir kız çocuğu geçti, kız kemikleri sayılacak kadar zayıf bu münzeviyi gördü; ona acıdı ve ona bir kâse haşlanmış pirinç verdi. Gautama hemen pirinci yedi ve sonra mutlak bir konsantrasyonla tüm gece boyunca süren derin bir meditasyona gömüldü. O saatler boyunca bizzat kendisine ait ruhu, yekpare mutlulukla dolu ve hiçbir acının ulaşmadığı bir patikada yürüdü durdu. Sabaha aydınlanmış olarak gözlerini açan münzevi (o zamandan itibaren Buda olarak anıldı) incir ağacının altından kalktı ve ilk beş öğrencisine durumu ilan etmek için Benares’e gitti. “Ey sizler, dinleyin, ruhu acıdan kurtaran yol bulundu.”
Humphry Davy ise dağlık ve engebeli bir bölge olan Cornwall kontluğunda varlıklarını sürdürebilmek için mücadele eden, fakir bir madenci aileden geliyordu. Doğa bilimlerine ve hepsinden önemlisi kimyaya karşı olağanüstü bir tutkusu vardı, çocukluğunda yalnız başına çalışmalarına başlamıştı bile. O kadar çok ilerleme kaydetti ki, yirmi yaşında, azot oksit, izole edilmiş gazın özelliklerini incelemek üzere görevlendirilen Dr. Beddoes’in pnömatik atölyesine çırak olarak girdi, çeyrek yüzyıl önce Joseph Priestley, buna oksijen gazlı azotlu hava СКАЧАТЬ