(2) Burada da ikinci kitaptaki gibi devletin yapısıyla devam ettirdiği belli belirsiz tavır.
(3) Devletin bazen gerçeklik olarak, sonra yine yalnızca hayalî bir çalışma olarak betimlenmesi; bunlar okuyucunun ilgisini sürdürmeye yönelik sanatlardır.
(4) Bağlantılar veya onuncu kitapta ozanların tamamen gözden çıkarılmasına hazırlık.
(5) Davaseverin rehber resimleri, Phocylides’in özdeyişiyle ilgili satirik espri, altın ve gümüş vatandaşların görüntüsünün konuya dâhil oluş biçimleri ve Asklepios’un uygulamasından çıkan tartışma gözden kaçmamalıdır.
DÖRDÜNCÜ KİTAP
Adeimantos, “Bir insanın, senin vatandaşlarını sefil ettiğini ve kendi özgür iradeleriyle bunu yaptırdığını söylediğini düşün. Onlar şehrin efendileri ama yine de diğer insanlar gibi toprak, ev veya para sahibi olmak yerine paralı askerler olarak yaşadıklarını ve her zaman artmakta olan yönetici olduklarını düşün.” dedi. Şunu da ekleyebilirsin, dedim; ücret değil sadece yiyecek aldıklarını ve bir seyahat veya bir eşe harcayacak paraları olmadığını. “Öyleyse ne cevap veriyorsun?” Cevabım, yöneticilerimizin en mutlu insanlar olmak durumunda kalmamalarıdır. Uzun vadede öyle olduklarını bulmak beni şaşırtmamalı. Ama bu bizim, sadece bir bölümün değil bütünün iyiliğini düşünen yapımızın amacı değildir. Eğer bir heykeltıraşa gidip yüzün en asil parçası olan gözü neden mor değil siyah yaptı diye onu suçlarsam bana “Göz göz olarak kalmalı ve heykele bir bütün olarak bakmalısın.” der. Şimdi, içinde herkesin yiyip içtiği, ince mor keten giysiler giydiği, çömlekçilerin ellerinde çarklarıyla koltuklarda uzandığı ve arzu ettiği zaman çalıştığı ve acemi çaylaklar ile devletin diğer sınıflarının kendilerine has özelliklerini kaybettikleri, hayaller âleminde kurulmuş bir mutluluğu anlayabiliyorum. Çaylaklar olmadan da devlet kendine yetebilir ama yöneticiler yakın arkadaşlara doğru bozulursa çöküş tamamlanır. Unutmayınız ki biz tatiline devam eden köylülerden değil her insanın kendi işini yapmayı kabul ettiği bir devletten söz ediyoruz. Mutluluk yalnızca o ya da bu sınıfta değil bir bütün olarak devletin her kısmında bulunmalıdır. Yapacağım bir değerlendirme daha var: Orta hâlli bir yaşam, esnaf için en iyisidir. Araç gereç alacak kadar paraları bulunmalı ama işinden de bağımsız olmamalıdır. Aynı durum vatandaşlarımız için de en iyisi değil midir? Eğer fakir olurlarsa sefil olurlar. Zengin olurlarsa gösterişli ve tembel olurlar. Ve bu durumları ikisinin de yaşamasını istemeyiz. “O zaman zavallı şehrimiz parası olan bir düşmana karşı nasıl savaşacak?” Tek düşmana karşı savaşmak zor olabilir ama iki olursa hiç düşman kalmaz. İlk olarak mücadele eğitilmiş savaşçılara karşı varlıklı vatandaşlarla gerçekleşecek ve sıradan bir atlet, en az iki iri yarı rakip için kolay bir eşleşme değil midir? Şunu da düşün; karşılaşmadan önce iki şehirden birine elçiler gönderiyoruz ve “Bizde altın veya gümüş yok, ganimetimizin birazı karşılığında bize el uzatır mısınız?” diyoruz. Yağsız ve dayanıklı köpeklere katılıp yağlı koyunu yağmalamak varken kim onlara karşı savaşır ki? “İyi ama birkaç devlet onların kuvvetine katılırsa tehlikede olmaz mıyız?” devlet kelimesini bizimmiş gibi kullanman beni memnun etti. Onlar tek bir devlet değil, “devletler”, çoğu bir arada. Çünkü her devlette birbirine düşürebileceğin iki hasım millet vardır; zengin ve fakir. Fakat bizim devletimiz, ilkelerine sadık kalırken Yunan devletlerinin gerçekten en muazzamı olacaktır.
Devletin büyüklüğüne gelecek olursak bir sınır değil birlik gereklidir. Ne çok geniş ne çok küçük olmalıdır. Bu ikincil derecede önemli bir husustur, fanî insanın ibretlik hikâyesinde anlatılan sınıf değişimi ilkesi gibi. Burada anlatılmak istenen anlam, her insanın fıtratındaki şeyi yapması, kendisiyle anlaşmasıdır ve sonra bütün şehir birlik olmuş olur. Fakat bu şeylerin hepsi ikincildir, eğer daha önemli bir mesele olan eğitim layıkıyla göz önüne alınırsa. Çark bir kere dönmeye başlarsa hızı sürekli artacaktır; her nesil hem fiziksel hem ahlaki özelliklerde kendinden öncekinden daha fazla gelişecektir. Valilerin dikkati müzik ve jimnastiği yenileşmeden ülkenin şarkılarını değişmekten korumaya verilmelidir. Yoksa sonra yasaları da değişir. Değişim ilk başta masum görünür ve oyununa başlar ama sonra şeytan ciddileşir ve insanların huyları, sonra ticari ilişkiler ve en son devletin birimleri üzerinde çalışır, her yerde yıkım ve karışıklık olur. Ama eğer eğitim olduğu gibi kalırsa hiçbir tehlike olmaz. Güçlendirici bir süreç sürekli devam edecektir. Yasa ve düzen ruhu, düşeni kaldıracaktır. Hayattaki daha küçük meseleler için hiçbir düzenleme gerekmeyecektir; davranış kuralları ve giyinme biçimleri. Benzeri bizi iyiye ya da kötüye çeker. Eğitim eksiklikleri düzeltir ve özerklik için gereken gücü sağlar. Yasaların hususlarına girmek için bizden uzak olsun. Bırakalım da yöneticiler eğitimle ilgilensinler ve eğitim de kalan her şeyle ilgilensin.
Fakat eğitim olmadan istedikleri gibi dikip yama yapabilirler. İlerleme kaydetmezler, sevdiği bir tedaviyle kendini iyileştirmeyi düşünen ve şatafatlı yaşam tarzından vazgeçmeyen bir hasta gibi. Eğer bu insanlara alışkanlıklarını değiştirmeleri gerektiğini söylerseniz öfkelenirler, büyüleyici insanlardır. “Büyüleyici mi? I ıh, tam tersi.” Bu adamlar apaçık ne senin gibi nezaketli ne de devlet onlar gibi olan devlet. Ve böyle, önce idam cezasını kanunlaştıran, sonra anayasayı değiştiren, sonra da kendileriyle bir şeylerde gurur duyan devletler vardır. Onları şımartan ve onlara yılışan kimse o başa geçer. “Evet, insanlar da devletler kadar kötüdür.” Fakat parlak zekâlarına hayran kalmadın mı? “I ıh, bazıları insanlar ona ne söylese inanacak kadar salak.” İyi de bir adama bütün dünya 1.82 boyunda olduğunu söylüyorsa ve adamda bir ölçü aleti yoksa adam inanmayıp ne yapsın? Ama meraklanma; devlet adamlarını kendi kocakarı ilaçlarını deneyen ve insan ırkının Hidramsı serseriliklerini bitireceklerini düşleyen biri olarak görmek oyun kadar iyidir. Minik mizansenler iyi devletlerde lüzumsuz, kötülerde de işe yaramazdır.
Öyleyse şimdi kanunların işleyişinden geriye ne kalıyor? Bizim için hiçbir şey ama Delf’in tanrısı Apollon’a var olan bütün şeylerin en önemlisini düzenlemeyi bırakıyoruz; yani dini. Eğer bu önemdeki bir meselede bir anlamı varsa yalnızca, merkezde ve orta yerde oturan, atalarımızdan kalmış olan tanrımıza güven olabilir. Yabancı bir tanrı bizim dünyamızda yüce olamaz…
Burada, Sokrates’in de söyleyeceği gibi neyin daha önce olduğuna “kafa yoralım” (Yunan): Buraya kadar vatandaşların mutluluğunu değil, yalnızca devletin refahını konuştuk. Onlar en mutlu insanlar olabilirler ama devleti kurmaktaki asıl amacımız onları mutlu etmek değildi. Onlar koruyucular olmalıydı, tatilci değil. Bu hoş tarzda bize hem eski hem modern felsefenin, görev ve mutluluğun ilişkisiyle ilgili olan ünlü bir sorusu yönelir; kamu hizmetlerinden yararlanma.
Önce görev, sonra mutluluk; ahlaki amaçlarımızda doğal sıra böyledir. Faydacı prensip, hatayı düzeltmede değerlidir ve bize ahlakın ihmal edilecek bir tarafını gösterir. Hak ve faydanın eş zamanlı olduğu, insanların mutluluğunu kendine amaç edinen birinin en soylu amaca sahip olduğu ilerde kabul edilebilir. Fakat faydacılık, ahlakın tarihsel temeli değildir. Ahlaki ve dinî fikirlerin genelde akla geliş durumu da değildir. En büyük mutluluk, inancımıza göre, evrenin ilahi iktidarının uzak sonucudur. Bir birey için en büyük mutluluk ise erdemlilik ve iyilik dolu bir hayatta bulunmasıdır. Fakat ilahi bir amaçtan çok hak yasasından emin gibi görünürüz; “bütün insanlık kurtarılmalıdır” ve birini diğerinden anlarız. Ve bireyin en büyük mutluluğu belki СКАЧАТЬ