Ahmet, dalgın gözlerle izliyordu muhatabını. Şeyhülislam’ın kendisine yönelen tutkulu söylevi onu hiç etkilememişe benziyordu.
“Sadık kullarım,” dedi gülümseyerek. “Bugün çok mutlu bir günümdeyim. Haseki Sultan bu sabah gerçekleştirilmeye layık bir düş görmüş. İstanbul’un sokaklarında kutlanacak büyüleyici bir merasim. Bütün şehir ışıklar içinde. Çiçek bahçeleri ve su kenarlarındaki köşklerin avluları lalelerin ve lambaların ışıltısıyla aydınlanmış. Sokaklar dalgalanan palmiyeler ve şekerden yapılmış çiçeklerle kaplanmış. Kalyonlar, tekerleklerin üzerine yüklenmiş, meydanda dolaşıyor. Bu rüya, rüya olarak kalmak için fazla güzel. Mutlaka gerçeğe dönüştürmeliyiz bunu.”
Şeyhülislam, elini göğsüne koyup önünde eğilerek Sultan’ı selamladı:
“Allahu ekber. Allah kerimdir. Allah büyüktür. Nasıl emir buyurduysanız öyle olacak. Siz dilerseniz güneş bile batıdan yükselir, Padişahım.” Şeyhülislam kenara çekildi.
Yaşlı Sadrazam Damat İbrahim öne çıktı. Yaşlı gözlerini kaftanına sildikten sonra, hüzünlü bir şekilde Padişahın karşısına geçti. Ve şunları söyledi:
“Ah efendim. Allah kimi günleri bayram, kimi günleri ise matem için yaratmıştır. Bunları birbirine karıştırmak doğru değildir. Şu anda kutlanacak neredeyse hiçbir şey yok. Ama matem yapmamızı gerektiren pek çok şey var. İmparatorluğun her tarafından, yaklaşan fırtınayı işaret eden kötü haberler geliyor. Büyük yangınlar, salgın hastalıklar, depremler, su baskınları, fırtınalar… İnsanlar bunlar yüzünden paniğe kapılıp kargaşaya sürükleniyorlar. En son bu hafta İstanbul’un en güzel yeri, Çayırbaşı, yanıp kül oldu. Birkaç hafta önce aynı felaket, Eyüp’ün sahil kesiminin başına geldi. Üstelik bu olay yaşandığı sırada, şehrin kalan kısımları Sultan Murat’ın doğum günü şerefine boydan boya ışıklandırılmıştı. Gelibolu’da cephaneliğe yıldırım düştü. Beş yüz işçi orada can verdi. Bir gece Kâğıthane deresi bütün dere yataklarını dolduracak kadar kabardı. Civarda bulunan büyük toplar selle birlikte sürüklendi. Ah Padişahım, bildiğiniz üzere bir başka gün Santorino adasının yanında yeni bir ada yükseldi. İzleyen üç ay içerisinde bu yeni ada giderek büyüdü. O büyürken İstanbul’da yer sarsıntıları yaşandı. Bunlar hiç de hayra alamet değil Padişahım. Ah benim efendim! Eğer bu aciz kulunuzun sözlerine kulak verirseniz İstanbul’un başında dolaşan kara bulutları dağıtmak için bir oruç ve tövbe günü ilan etmelisiniz. Şimdi ihtiyacımız olan merasim yapmak değildir. Düşmanların sesi tüm sınırlarımızdan duyulabiliyor. Tuna kıyılarından, Prut suyunun yanı başından, Erivan dağlarının arasından, Ege Adaları’nın ötesinden… Müslümanlar savaşma azmini korudukları müddetçe imparatorluğu korumak için gereken güce hâlâ sahibiz demektir. Küstahlığımı yaşlılığıma verin Padişahım. Şehir merasimler için her ışıklandırıldığında, gözümün önüne alevler içinde bir İstanbul geliyor; dehşete kapılıyorum. Bizi bu kaderden koruması için önce Allah’a, sonra size yalvarıyorum. Allah yardımcımız olsun.”
Sultan Ahmet’in yüzündeki ifadede yine en ufak bir değişiklik olmamıştı. Merhamet dolu gülümsemesi yerinde duruyordu.
“Muhterem İbrahim,” dedi sonunda. “Senin Osman adında bir oğlun vardı, değil mi? Dört yaşına yeni basmış olacak. Benim de üç yaşını dolduran bir kızım var, Emine. Bak şimdi. Ben bu çocukları evlendirene kadar ne peygamberin kılıcını kuşanırım ne de onun sancağını kaldırırım. Birlikte olmak onların kaderinde var. Bil ki bu evliliğe onay vermen halinde, gözümdeki değerin çok daha artacak. Haseki Sultan’a bunun için söz verdim. Bir ateşperest kâfir gibi sözümden dönecek halim yok. Ateşperestler verdikleri sözleri tutmazlar. Onların verdikleri sözler hep yalandır. Bu yüzden sözlerinin hiçbir kıymeti yoktur. Müslümanlar, onlar gibi sözlerini tutmamazlık edemezler. Ben bu merasimin yapılacağına dair söz verdim. Ve onun çok görkemli bir merasim olmasını emrediyorum.”
Sadrazam Damat İbrahim içini çekti. Mutsuz bir yüz ifadesiyle, kendisine karşı gösterdiği lütuf için Sultan’a teşekkür etti. Her şeye rağmen üç yaşındaki gelin ve dört yaşındaki damadın evlilik törenlerini bir biçimde ertelettirebileceğini umuyordu.
“Allah kerimdir. Allah gölgenizi hiçbir zaman üstümüzden eksik etmesin yüce Padişahım,” dedi Damat İbrahim. Yüce Hünkârının elini öptü. O ve Şeyhülislam odadan çıktılar.
Şeyhülislam sarayın kapısında Sadrazamla konuşurken içi hüzün doluydu.
“Keşke bugünleri hiç görmemiş olsaydık!” dedi.
Bostancı’yı da yanına alan Sultan Ahmet, bu sırada laleleri ile uğraşmak üzere çoktan bahçesinin yolunu tutmuştu.
4. Bölüm
Cariyenin Kölesi
Patrona Halil’in başına gelenler herkesin dilindeydi. Pazarda ona “cariyenin kölesi” adını takmışlardı. Bu durum Halil’e zarar vermedi. Aksine şimdi her zamankinden daha fazla müşterisi vardı. İnsanlar, el süremeyeceği bir cariyeyi satın alan bu adamla tanışmak istiyorlardı. Üstelik bütün ev işlerini de kendisi yapmaya başlamıştı. Sanki Halil cariyeyi değil, cariye Halil’i satın almıştı.
Patrona’nın semtinde geçimini terlik dikerek karşılayan, Musli adında eski bir yeniçeri yaşıyordu. Kimi geceler Halil’in, çatıda uyuyan Gülbeyaz’ın başında beklediğini görürdü. Halil kızın birkaç adım uzağına oturur, saatlerce başucunda beklerdi. Genellikle gece yarısına kadar hiçbir şey yapmadan öylece dururdu. Bazı zamanlarda ise orada sabahlardı. Çenesini avcunun içine alıp Gülbeyaz’ın büyüleyici çehresini izlerdi, solgun ama güzel çehresini… Zaman zaman neredeyse dudaklarını yüzüne değdirecek kadar yaklaştığı olurdu Gülbeyaz’a. Sonra aniden geri çekilirdi. Kız uyanacak gibi olduğunda ise onu sakinleştirerek uyumaya devam etmesini sağlardı. Kimse ona zarar veremezdi, Halil yanında olduğu sürece güvendeydi.
Halil, hakkında dolaşan dedikoduları hiç umursamamıştı. Gerçi nedendir bilinmez yüzü eskiden olduğundan daha solgun gözüküyordu. Yine de gücü kuvveti yerindeydi. Hatta bu meseleyle ilgili Halil’le dalga geçme cüretini gösterenler onun hiçbir biçimde güçten düşmediğini bizzat kendi deneyimleri ile öğreniyorlardı.
Bir СКАЧАТЬ