Patrona Halil. Maurus Jókai
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Patrona Halil - Maurus Jókai страница 8

Название: Patrona Halil

Автор: Maurus Jókai

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-8068-47-4

isbn:

СКАЧАТЬ sözler Sultan Ahmet’in içini daha da yumuşatmış, yüzüne daha sıcak bir gülümseme yerleştirmişti.

      Padişah, Has Odabaşı ve Kapı Ağası’na başka bir odaya çekilmelerini emretti. Kızlar Ağası’ndan ise Haseki Sultan’ı getirmesini istedi.

      İnsanların Adsalis adını verdiği Haseki Sultan, olağanüstü sayılabilecek güzellikte bir Şam kızıydı. Doğal bir çekiciliği vardı. Teni fildişinden daha beyaz ve kadifeden daha yumuşaktı. Onun siyah perçemleri ile karşılaştırıldığında en karanlık gece bile soluk bir gölge gibi kalırdı. Güleç yüzünün rengi gün doğumunu ve yeni gonca vermiş bir gülü bile kıskandırabilirdi. İçinde cennete ait hazların tomurcuklandığı gözleriyle Sultan Ahmet’e baktığında, Padişah, yüreğinde şimşeklerin çaktığını hissederdi. Adsalis şehvetle büyüleyen dudaklarıyla bir şey istediğinde, onu kim reddedilirdi ki? Sultan Ahmet onu kesinlikle reddedemezdi. Reddetmesi ne mümkün! “Yeter ki iste, ülkemin yarısı senindir,” derdi. Bu sözler, ona yağdırdığı iltifatların en basiti olarak görülebilirdi. Eğer ona sarılabiliyorsa, onun alev alev yanan gözlerini ve gülümsemesini tekrar tekrar görebilecekse, geri kalan her şey boştu. Başkent İstanbul’u, ülkeyi, savaşı ve yabancı elçileri tamamen unutabilir ve ömrünün kalan kısmını böyle bir güzelliği yarattığı için Allah’a şükretmekle geçirebilirdi.

      Gözde Sultan, yüzünde büyüleyici gülümsemesiyle Ahmet’in yanına yaklaştı. Sultan, bu gülümsemeye tanıştığı günden beri hiç karşı koyamamıştı. Sultanının dudaklarından dökülen hiçbir isteği bugüne kadar reddedememişti. Bu kez ne istiyordu acaba? Zaten henüz günün yeni ağardığı bu erken saatlerde neden yalnız bırakmıştı ki onu. Kim bilir ne hayaller kuruyor, yüreğinden neleri geçiriyordu.

      Padişah, eşini elinden tutarak tahtının yanına getirdi ve ayaklarının dibine oturttu. Sultan, ellerini Padişah’ın dizlerine koydu. Gözlerini yüzüne dikerek konuşmaya başladı:

      “Küçük kızınız Emine’nin yanından geliyorum. Beni kendi yerine ayaklarınıza kapanıp yalvarmam için size gönderdi. Sizi nasıl görüyorsam onu da aynı şekilde görüyorum Hünkârım. Ona her baktığımda sanki karşımda siz oluyorsunuz. O da sizi parlak bir yıldız, göz alıcı bir güneş gibi görüyor. Ömrünün üç yılını daha geride bıraktı, dördüncü yazına giriyor. Ne var ki halen kendisine bir talip çıkmadı. Bu sabah siz yanımdan ayrıldıktan sonra bir düş gördüm. Aynı düşü daha önce de görmüştüm. Kızlarınız Ayşe, Hatice ve Emine, Açık Meydan’da olağanüstü güzellikteki çadırların altında oturmaktaydılar. Orada yan yan duran üç çadır vardı. Biri beyazdı, biri menekşe renginde. Bir diğeri ise parlak yeşil. Söylediğim gibi çadırlarda kızlarınız oturuyorlardı. Sırlı kumaştan kapanijaklar giymişlerdi. Başlarında yuvarlak selmikler vardı. Kadın cinsine şans getiren yedi şanslı çemberle süslenmişlerdi. Ah Padişahım, bu çemberlerin ne olduğunu bilir misiniz? Hükümdarlık tacı, gerdanlık, küpe, yüzük, korse, bilezik ve elbise tokası… Bunlar damatların gelinlere, mutluluklarının bir işareti olarak verdikleri hediyelerdir. Üstelik bu üç çadırın yanında, sayılamayacak sayıda başka çadırlar vardı. Çadırlar yeşilin ve mavinin farklı tonlarındaydılar. İçlerinde emir defterdarlar, reis efendiler, müderrisler ve şeyhler vardı. Çok kalabalıktılar. Sarayın önüne üç yüksek palmiye ağacı dikilmişti. Ağaçlar buraya kadar filler tarafından çekilen büyük tekerlekli arabalarla taşınmışlardı. Burada üç bahçe bulunuyordu. Bahçedeki çiçekler şekerden yapılmıştı. Sonra baş vezirler ayağa kalktılar ve düğün başladı. El öpme merasiminden sonra evlenme faslına geçildi. Kâhya damadın, Kızlar Ağası gelinin şahidi oldu. Herkese hediyeler dağıtıldı. Derken hediyeler eşliğinde düğün alayı geldi. Ardı sıra çiçek ve meyvelerle dolu yüz deve altın, değerli taşlar ve yalnızca periler diyarında görülebilecek türden tüller taşıyan bir fil… İki harem ağası zümrüt işlemeli aynalar getirdi. Miri akhorok görkemli bir şekilde donatılmış savaş atlarının dizginlerini elinde tutuyordu. Sonra Sadrazam’ın adamları geldi. Yaptıkları atıcılık gösterisini izleyenlerin şaşkın bakışlarından çok hoşnut kalmışlardı. Sonra, şarap tulumları içerisindeki şarap taşıyıcıları ve gerçek bir insan başlı atla gösteri yapan adamlar için kurulmuş bir çadır ortaya çıktı. Ayrıca Mısırlı kılıç ve çember dansçıları ile Hintli cambazlar ve yılan oynatıcıları da oradaydı. Derken Şeyhülislam geldi. Sizin yüzünüze karşı, Kur’an’dan bir bölüm okudu. Okudukları hakkında kısa bir açıklama yaptı. Cephanelikten gelen iri yarı becerikli adamlar silindirler üzerinde yelkenleri açık büyük kalyonları çekiyorlardı. Arkalarından gelen topçular ise yine silindirlerin üzerinde, bir kale dolusu topu sürüklemekteydiler. Topları arka arkaya ateşleyerek kalabalığı şaşkına çeviriyorlardı. Derken Mısırlı esrarkeşlerin dansı başladı. Gerçekten de en ilgi çekici gösteri buydu. Onlardan sonra ayı ve maymun oynatıcıları sahne aldı, hepimizi çok eğlendirdi. Çok geçmeden sıra, loncaların geçidine geldi ve yeniçeriler için verilen ziyafet başladı. Böylece Palmiye Merasimi tamamlanmış oluyordu. Palmiyeler, daha önce size bahsettiğim şekerden yapılmış bahçelerle birlikte saray kapılarından içeri alınmıştı. Sonra Lamba Merasimi başladı. Çiçek açmış yirmi bin lalenin arasında on bin lamba pırıl pırıl parlıyordu. O kadar iç içeydiler ki uzaktan bakan birisi, lambalar çiçek açarken lalelerin parladığını bile düşünebilirdi. Bir yandan Anadolu ve Rumeli Hisarı’nın bütün topları gümbür gümbür patlarken boğaz, aydınlatılmış gemiler ve havai fişeklerin ışıkları sayesinde adeta bir ateş denizine dönüşmüştü. İşte bu, kullarınızın en âcizinin; Osmanoğulları için uğurlu bir gün olan Cemaziyülahır ayının on ikinci günü, sabahın erken saatlerinde gördüğü rüyadır.”

      Böylesine başı sonu belirsiz ve uzun bir hayali dinlemek son derece sıkıcı bir durum olabilirdi. Ama Ahmet iyi bir dinleyiciydi. Ayrıca böyle şeylerden hoşlanıyordu. Hiçbir şey onu büyük merasimler kadar mutlu edemezdi. Onun takdirini kazanmanın en kesin yolu seçkin, gösterişli ve ataları tarafından bilinmeyen özgün kutlamalar düzenlemekti. Adsalis, her yıl düzenlenen Lale ve Lamba Merasimlerini icat ederek Sultan’ın gönlünü fethetmişti. Palmiye Merasimi ve şekerden bahçe kurulması da şimdi ortaya attığı yeni fikirleriydi. Ahmet, büyük bir coşkuyla gözde sultanını göğsüne bastırdı. Hayalini gerçekleştireceğine dair kararlı bir biçimde söz verdi ve Adsalis’i hareme geri yolladı.

      Kızlar Ağası, sonunda dışarıda bekleyen iki yüksek rütbeliyi içeriye buyur etti. Önce Şeyhülislam girdi içeri ve arkasından Sadrazam Damat İbrahim. Uzun ve dalgalı sakalları bembeyazdı. Çehrelerinde saygıdeğer ve ağırbaşlı bir ifade vardı.

      Sultan’ı yerlere kadar eğilerek selamladılar. Kıyafetinin eteklerini öptüler. Kalkmalarını emredene kadar Sultan’ın önünde secdede kaldılar.

      “Sizi saraya getiren nedir, muhterem kullarım?” diye sordu Sultan.

      Âdet olduğu üzere önce Şeyhülislam konuştu:

      “Merhametli ve kudretli efendimiz. Eğer sözlerimizle huzurunuzu kaçıracak olursak bizi affedin. Su uyur, düşman uyumaz demişler. Gelecek tehlikelere karşı uyanık olmayan kişi, kendi evini soyan adam gibidir. Her zaman uyanık olmakta fayda vardır. Bildiğiniz üzere yüce Padişahım, birkaç yıl önce hikmetinden sual olunmayan Allah, Fars isyancı Eşref’e adil hükümdarı Tamasıp’ı başkentinden çıkarmayı nasip etti. Bunun üzerine prens, kaçak hayatı yaşamaya başladı. Annesi üzerinde yırtık pırtık bez parçalarıyla İsfahan sokaklarında ayak işleri yapan düşkün СКАЧАТЬ