Название: Kahvehane hikayeleri
Автор: Allan Ramsay
Издательство: Maya Kitap
isbn: 978-625-8068-43-6
isbn:
Belki de bu yüzden Amadeo Preziosi’den Giovanni Brindesi’ye, İstanbul’a gelen oryantalist sanatçıların hemen hepsi mutlaka kahvehaneleri resmetmişlerdir. Bu nedenle biz de kitabımızda bu çizimlerden bazı örnekler vermeyi uygun gördük. Bugüne kadar gün ışığına çıkmamış bu “kahvehane hikayeleri”ni okurken keyif almanız, haza yer yer o kahvehanelerin çubuk, sigara ve nargile dumanı karışımlı ortamlarını hayal etmeniz dileğiyle, iyi okumalar…
KADININ FENDİ ERKEĞİ YENDİ
Konstantinopolis’te2 bir oğlu olan yaşlı ve bilge bir hoca yaşardı. Çocuk da babasının izinden gider, her gün Ayasofya camiine gidip tenha bir köşesine oturur, Fatih’in elinin damgası basılmış olan kolonun soluna yaslanır, kendini Kur’an okumaya verirdi. Onu gün boyunca otururken, vücudunu öne arkaya sallarken ve kendini kutsal Kuran’ın ayetlerini ezberlemeye çalışırken görmek mümkündü.
Müslüman medrese öğrencilerinin en büyük arzusu tüm Kur’an’ı ezbere okuyabilmekti. Kur’an’ı ezberden okurken hem bir makama uyarak okumak, hem de makamla uyumlu beden hareketleri yapmak gerekir ki bunu öğrenmek öğrencilerin yıllarını almaktadır.
Abdül adında bir genç de on dokuz yaşına ulaştığında dikkatli ve devamlı bir çalışma sonucu Kur’an’ın dörtte üçünü ezberlemeyi başarmıştı. Bu başarısıyla çok gururlandı, hırsı daha da arttı ve büyük adam olmak istediğine karar verdi.
Kararını verdiği gün camiye gitmedi, evde durdu, babasının evindeki ocakta yanan ateşi izledi. Birkaç kez babası sordu:
“Oğlum, şu ateşte ne görüyorsun?”
Genç delikanlı her seferinde aynı şekilde yanıtladı.
“Hiçbir şey baba.”
O çok gençti, göremiyordu.
En sonunda genç adam cesaretini topladı ve düşüncelerini açıkladı:
“Baba” dedi, “Ben büyük adam olmak istiyorum”
“Bu çok kolay” dedi babası “Ve büyük adam olmak için…” diye devam etti oğlan:“Önce Mekke’ye gitmeliyim. Hiçbir Müslüman din adamı, din bilgini, hatta sıradan bir adam bile hacca gitmeden dininin gereklerini yerine getiremez.”
Baba oğlunun fikirlerine sakince cevap verdi: “Mekke’ye gitmek çok kolay.”
“Nasıl, kolay?” sordu oğul. “Aksine çok zor, yolculuk çok masraflı ve benim hiç param yok.”
“Dinle, evlat” dedi baba, “Kâtip olman gerekiyor, Kardeşlerinin ve kendini düşüncelerinin yazarı olursan, böylece bir servet kazanabilirsin.”
“Fakat benim kâtip olmak için yeterli malzemem yok” dedi oğul.
“Tüm bunlar kolayca tamamlanır” dedi baba. “Dedenin mürekkep hokkası vardı, onu sana veririm. Birkaç tane de yazı kâğıdı alırım ve sana bir tezgâh açarız. Senin tüm yapman gereken sakince oturmak ve akıllı, uslu görünmektir. Böylece bir servet kazanabilirsin.”
Tavsiye gerçekten de iyiydi. Çünkü mektup yazmak o zamanlar az sayıda insanın sahip olduğu bir sanattı. Yazı yazabilme yeteneği elbette yanında düzenleme yeteneği de gerektirir. Çok az insan gerçekten iyi mektup yazabilir.
Abdül babasının verdiği tavsiyeye çok sevinmişti ve planı uygulamak için hiç vakit kaybetmedi. Dedesinin mürekkep hokkasını, babasının aldığı kâğıtları aldı, kendine bir tezgâh kurdu ve kâtiplik mesleğine başladı.
Abdül daha bir çocuktu, hiç bir şey bilmiyordu, fakat kendini çok akıllı sandığı için babasının tavsiyesinin de ötesine geçmeye karar verdi.
“Akıllı görünmek yetmez” dedi, “Daha başka ilginçliklere de sahip olmalıyım.”
Uzun uzun düşündükten sonra aklına bir fikir aklına geldi ve tezgâhının önüne uzun zamandır yaygın olan bir efsaneyi yazdı: “Erkeğin aklı kadının aklından üstündür.” İnsanlar bu yazıyı çok beğendi ve müşteriler gelmeye başladı. Genç hoca kısa zamanda birçok kuruş kazandı ve mutlu oldu.
Bu yazı bir gün bir hanımın gözüne takıldı. Abdül’ün yağız bir delikanlı olduğunu görüp yanına gitti ve şöyle dedi:
“Hocam, yazılacak zor bir mektubum var. Sizin çok akıllı olduğunuzu duydum ve buraya geldim. Bu mektubu yazmak için çok ince bir zekâya sahip olmak gerekiyor. Ayrıca, bu mektup çok uzun bir mektup ve o yazılırken ben burada, öylece dikilemem. Öğleden sonra saat üçte konağıma gelin ve mektubu yazalım.”
Hoca müşterisinin övgüleriyle şişmiş ve davetine de şaşırmıştı. Adeta büyülenmişti, kalbi deli gibi çarpıyordu ve daveti kabul ederkenki heyecanı da bir o kadar büyüktü ki konuşması güç belâ duyulabildi. Bu daveti cazip kılan getirdiği yenilikten çok daha farklı bir şeydi. Hoca hayatında ailesinin dışındaki hiçbir kadınla konuşmamıştı. Bir kadının evine davet edilmekse başlı başına bir maceraydı.
Genç hoca -aceleci genç- kararlaştırılmış saatten epey önce hokkasını, divitini, kumunu3 topladı. Heyecanlı adımlarla eve doğru yola koyuldu. Evin pencereleri kafeslerle örtülüydü, bahçe kocaman duvarlarla çevriliydi ve girişi hantal bir kapı kapıyordu. Üç kere kaldırdı ağır kapı tokmağını.
“Kim o?” diye bir ses geldi içerden.
“Kâtip”
“Tamam” dedi kapıcı. Kapı açıldı ve Hoca’ya girme izni verildi. Kapıdan doğruca evin salonuna giriliyordu.
Evin hanımı onu samimiyetle karşıladı.
“Ah hoca efendi, seni gördüğüme çok sevindim, lütfen otur.”
Hoca gergin bir şekilde yazı alet edevatını çıkardı “Bu kadar acele etme” dedi hanım. “Dinlen, bir fincan kahve iç, bir sigara yak, sonra mektubu yazarız.”
Böylece o da bir sigara yaktı, bir fincan kahve içti ve konuşmaya daldılar. Zaman aktı gitti, dakikalar saniyeler gibi, saatler dakikalar gibi geçti. Onlar muhabbet içinde konuşurken aniden kapı sert bir şekilde çaldı.
“Eyvah, Paşa geldi! Kocam!” dedi kadın. “Ne yapacağız şimdi? Eğer seni burada görürse öldürür. Çok korkuyorum.”
Hoca da korkmuştu. Kapı bir kez daha çaldı.
“Buldum!” dedi kadın Abdül’ü kolundan СКАЧАТЬ
2
O zamanın Batılılarının İstanbul’a verdiği ad. (ç.n.)
3
Yazarın burada “kum” dediği, yazılmış yazıların mürekkebini kurutmak için üzerine dökülen ve çok ince, renkli bir kum olan “rıh” olmalı. (ç.n.)