“Güzel bir kadındı sol yanımda uyuyan. Ona bakarken bir an yüreğimin acıdan titrediğini hissettim. Gözkapaklarının ardında masmavi bir deniz ve saçlarında buğday başakları dalgalanıyordu. Dudaklarında yıldızlar uçuşuyor, bacak arasında sümbüller bitiyor ve sanki uzun, kemikli elleri üzerinde türküler söyleşiyordu. Ne var ki yatağımda uyuyan bu kadın da “o” değildi, yani onun güzelliği de içimde bir aşk doğurmaya yetmedi. Çünkü güzelliği ebedi değil, bitimliydi. Kim bilir belki de yalnızca birkaç gece ile kolayca tüketilebilir cinstendi. Gözaltlarımdaki çukurları doldurmuyor, mor halkalarımı mor çiçeklere dönüştürmüyor ve yaralarımı alıp, ruhumu ılık bir bahar sabahına götürmeye yetmiyordu. En fenası da o boyalı yüzü bana hiçbir hikâye anlatmıyordu. Uzun, siyah ağızlığına yerleştirdiği sigarasını şehvetle tüttürürken tıpkı bir film artistine benziyordu. Yüzünün yarısı ucuz bir fahişeyi andırırken, diğer yarısı şık bir Fransız danteli gibi asaletle ışıldıyordu. Neşeli bir gülüşü vardı, küçük bir kız çocuğu gibi sevinçle gülümsüyordu. Ne var ki eksik bir kadındı o. Eksikti çünkü daha evvel yürüdüğü yollar silinmiş gibi, eteğinin ucu kaderin hiçbir dönemecine takılmamış gibi, o güzelim topukları hiçbir dikene basmamış gibi, pürüzsüz dizleri hiçbir çocuk oyununda kanamamış gibi ve hüzün nedir hiç görmemiş gibi bakıyordu. Besbelli onun da aşktan hiç mi hiç haberi yoktu ve öptüğü yerde şiirler biteceğine sözcükler temelli susuyor; insan, ölüme biraz daha yaklaştığı hissine kapılıyordu.”
Sahile inince, vapurların kalktığı iskelenin yanı başındaki köhne bir balıkçı kahvesine girip oturdu. Titrek bir mum alevinden havaya yayılan bulanık bir is gibi dumanlıydı içerisi. Tam karşısındaki masada kalın kaşlı, kalın bıyıklı üç adam oturuyordu; bir tanesi vardiyasını tamamlamış akşamcı bir bekçi, diğer ikisi de balıktan henüz dönmüş iki ihtiyardı. Ellerinde sigaralar; memleketin hâlinden, boğazda azalan balık cinslerinden, cam işçilerinin yaptığı eylemden, Türkiye İşçi Partisi’nin hareketlerinden, ülkedeki yassı çelik endüstrisinin yokluğundan ve süregelen olaylardan sıkıntıyla söz ediyorlardı. Arada birkaç yudum çay içiyor, her yudumda çayın tadının bile hepten bozulduğunu söylüyor, nerede o eski çaylar diye ah vah ediyorlardı. Mihran, parlak yüzlü, uzun kirpikli çırağa demli bir çay ile yanında da bir dilim limon getirmesini söyledi. Burnuna fırından yeni çıkmış sıcacık bir somun ekmeği kokusu çalındı, önündeki masada duvar dibinde çay ocağının sahibi iştahla kahvaltısını ediyor, ekmeğin üzerine sürdüğü kaymağı keyifle yalıyordu. Kahvenin radyosunda günün ilk ajans haberleri okunuyor, günlerdir durmak bilmeyen karın hafta boyunca aynı şiddetle yağmaya devam edeceği duyuruluyordu.
“Duydun mu Tahsin Reis?” diye söylendi gece bekçisi, üzerinde biri küçük, üçgenimsi ve diğeri büyük, dairemsi iki yüzük bulunan tombul parmaklarını tam karşısında oturan çakır gözlü balıkçıya doğru sallayarak. “Soğuklar devam edecekmiş, besbelli sizin balıkların kulağına daha çok kar suyu kaçacak bu ara.”
“Öyle olacak herhal be Muhsin, amma bizim kerataların işi belli olmaz. Geçen yıl da kış böyle sert geçtiydi de yem bulamayan balıklar kendiliğinden kıyıya geldiydi. Az mı mırmır ile kefal tuttuk? Çarşı pazar ağzına kadar balık dolduydu. İskelelerin altı midye kaplı oldukça kurtu da hamuru da sürüylen gelir, dertlenmek için erken daha. Hem şu göğün işine akıl sır erer mi? Bugün dolu yağdırır, beriki gün bakmışsın kıçından sicim sicim ter akıtır. Belli olmaz bu işler.”
“Doğru dersin Tahsin Reis. Zaten bu soğuklar da yaramaz bizim millete, eskisi gibi değil artık. Yakacak odun bulmak bile zorlaştı şu zamanda. Bu yeni hükümet de bir halta yaramadı baksana, zam üstüne zam bindirdi gene namussuzlar. Denizde balık olsa neye yarar, halkın cebinde üç kuruş olmadıktan sonra…”
“Ulan adam olmaz bu memleket!” diye öfkeyle çıkıştı çakır gözlü balıkçının yanındaki adam. Yağmurluğunun yakasını sıkıntıyla çekiştirip, iri kemikli burnunu ovaladı. Balıkçı motorunun küpeştesinde sabahlamaktan yorgun düşmüş bir hâli vardı. Gözleri kanlanmış, gözaltları çürük yumurta rengine dönmüştü. Başını çevirip, ocağın arkasında bardakları parlatan çırağa doğru seslendi, “Oğlum Memo, getir üç çay daha!”
Parlak yüzlü, zayıf çırak aceleyle üç çay kapıp getirdi, boşalan bardakları topladı. Tahsin Reis konuyu değiştirmek istercesine gerindi, eksilmiş dişlerini boylu boyunca açığa çıkaran bir tebessümle elini masaya vurdu. “Ulan,” dedi. “Şimdi bir konyak olacaktı asıl, yanında da en tazesinden bademşekeri…”
“Konyak yok ama yak bir cigara daha Tahsin Reis,” dedi kalın kaşlı gece bekçisi, elindeki Samsun paketini balıkçıya doğru uzatırken.
Tam o anda dışarıda sert bir rüzgâr esti, kahvenin kapısını örten cılız, naylon perde hınçla havalandı. Mihran, kendine demli bir çay ile yanında da bir dilim limon daha söyleyip, az evvelki rüzgârın şiddetiyle sönen sigarasının ucunu yeniden ateşledi. Elini paltosunun cebine sokup yokladı. Her daim yanında bir parça kâğıt ile ucu açılmış bir kurşunkalem taşımayı âdet edinmişti. Ne de olsa ne vakit, nerede geleceği belli olmayan bir şeydi ilham. Hazırlıklı olmak lazımdı. Mihran, oldum olası ona “İlhan Dayı” derdi. Tekinsiz, patavatsız ve narsist adamın tekiydi şu İlhan Dayı. Kadın erkek, genç yaşlı herkesin onun için deli olduğunu bilir, bu yüzden de kendini pek ağırdan satardı. Özellikle şairler, yazarlar, bestekârlar ve ressamlar yana yakıla onun ismini haykırırken İlhan Dayı, gökyüzündeki kıraathanesinde tavla oynar, zar atar, limonlu çayını höpürdeterek içer ve uzun bir müddet kendisine seslenenleri hiç duymamış gibi yapardı. Nihayet oyunu bitip de midesi çaya doyduğunda yerinden kalkarak ağır adımlarla yeryüzüne inip o gün için misafir olacağı gönülleri bir bir seçmeye koyulurdu. Çünkü İlhan Dayı oldum olası zihinlere değil, yüreklere fısıldayan bir adamdı. Ona göre СКАЧАТЬ