Üzerinde kestane kanatlı çil kuşlarının oynaştığı yorganı kadının çenesine kadar çekip bıraktı. Onun çıplak esmer tenini görmeye daha fazla tahammül edemeyeceğini düşündü. İsmi Neriman olan bu liman fahişesi kılıklı kadının güzelliğine baktıkça kendi çirkinliğinden utanıyor ve elinde olsa spermlerine asit zerk edip, onu tam rahminden zehirlemek istiyordu. “İnsan, böyle bir güzelliğin karşısında cinayet işleyebilir,” diye geçirdi içinden. Sanki damarlarında kan yerine ölümcül bir engerek venomu dolaşıyordu ve kendi çirkinliğine inat yeryüzündeki tüm güzellikleri tek tek gebertmedikçe, hasretini çektiği o sonsuz huzura kavuşmasının da mümkünü olmayacakmış gibi hissediyordu. Gözleri kısık, yüzü gergin, dudakları kuru, bir süre olduğu yerde öylece durup etrafına baktı. Sokak lambasından sızan ölü ışığın gölgesinde canlanan odanın içindeki her ayrıntıyı dikkatle inceledi. Karyolanın yanında duran meşin sandığın üstünde kalın bir toz tabakası birikmişti. Yerdeki koyu yeşil kırpık halının tam köşesinde günü geçmiş birkaç mecmua üst üste yığılmış hâlde duruyordu. Kadıköy Pazarı’ndaki “Her şeyci Kâmil Ağbi”den satın aldığı ve her biri ünlü bir tablonun ucuz birer kopyası olan resimler, asıldıkları duvarların üzerinde simetriden bihaber olmanın mutluluğu içinde pişmiş kelle gibi sırıtıyorlardı. Karyolanın topuzunda asılı duran gömleğini alıp sırtına geçirdi ve tam yataktan kalkacağı sırada başını çevirip, birkaç saat önce kollarının arasında “sevgilim” diye inleyen Neriman’ın yüzüne bir defa daha baktı. Kadının rimelleri akmış, gözlerinin etrafı koyu renkli halkalara bulanmıştı. Kıvrımlı dudaklarının kenarında güzelliğini gölgeleyecek denli sert, yorgun çizgiler vardı.
Yataktan kalkınca koşar adım banyoya gidip uzun uzun işedi. Sıcak bir ağustos öğle sonrası denizden esen serin bir rüzgâr insanın içini nasıl hafifletirse, bir an için tüm vücudunun öylesi bir hafiflikle sallandığını hissetti. Mutfak ve oturma odasının iç içe olduğu geniş salona geçtiğinde, bakır küllükte duran ve bitmeden söndürdüğü bir sigaranın ucunu yeniden ateşleyip, ocağa su koydu. Odanın içi darmadağındı fakat Mihran’ı asıl huzursuz eden dağınıklık, odanın içindekinin aksine çalışma masasının üzerinde duran kâğıt yığınları arasında gizliydi. Çünkü etrafa saçılan boş bira şişelerini, buruşturulmuş sigara paketlerini, kurumuş yemek artıklarıyla kaplı tabakları, bayatlamış yiyecekleri, rastgele fırlatılmış ter ve tütün kokan kıyafetleri her nasılsa toparlayabiliyor, ne var ki çalışma masasının üzerine saçılan sözcükleri bir türlü yerlerine koyamıyor, onları bir araya getirip de cümle kapısını aralayamıyordu. Kaynayan suyu fincana alıp, içine üç kaşık kahve attı. Her sevişme ertesi olduğu gibi gene huzursuz hissediyordu kendini. Aslında sadece sevişmeleri takip eden saatlerde değil, günün her anı bitimsiz bir sıkıntı içinde kıvranıp duruyordu. Uzun zamandır süregelen ve gün geçtikçe de yok olması imkânsıza dönüşen bir durumdu bu. Bazen bir yumrukta dağıtıvermek istiyordu kendini. Eğer böyle bir şeyin mümkünü olsaydı ve insan kendi yumruğuyla yere serebilseydi kederini, bu yolu mutlaka denerdi Mihran. Oysa yeryüzündeki en zor şeydi bir insanın kendi kederiyle dövüşüp de onu nakavt edebilmesi. Aslında mutluluk denen kavram onun için hiçbir zaman önemli olmamıştı ama söz konusu huzur olunca işte o bambaşka bir meseleydi. Belki de huzur, bir insanın şu hayattaki ruh güvenliği demekti. Çünkü nereden geleceği belli olmayan bir mutluluğu bekleyerek gün be gün eksiliyordu insan. Hâlbuki basbayağı onsuz da devam edilebilirdi hayata. Ama huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu. Belki kalp yine her zamanki ritminde atmaya, böbrekler tüm hızıyla çalışmaya ve mide, yuttuğu her şeyi enzimleyerek parçalamaya devam ediyordu ama ruh, çalak bir soğuğa kesiyor ve yağmurun ısladığı bir zemin kadar kayganlaşarak üzerindeki hiçbir umudun kayıp düşmeden ayakta kalmasına müsaade etmiyordu. O vakit insan, freni boşalmış bir otomobil gibi ölümün kıyısına doğru hızla sürüklenmeye başlıyor, kendini yaşama bağlayan insani coşkusunu da bütünüyle kaybediyordu.
Böyle zamanlarda İskenderun’daki taş evin salonunu boydan boya kaplayan pencerelerin önündeki sedire uzanıp da başını annesinin dizlerine koyduğu vakit içine dolan o pamuksu huzuru delicesine özlüyordu Mihran. Her gece oyuncak bir ayıya sarılır gibi sarmaş dolaş uyurdu ruhundaki o tatlı huzur duygusuyla. Körfezden geçen gemilerin düdük sesleri, salonu dolduran eşyaların gece karanlığında oynaşan gölgeleri, camlı dolabın raflarında dizili duran seramik balerin bibloları, annesinin büyük bir özenle diktiği sümbülteber rengindeki minder kılıfları, büyükannesinin bakır kül tablasının yanına iliştirdiği tarot destesi, tavandaki lambanın bir türlü yanmayan ampulleri, salonun tam ortasına yerleştirilen masanın üzerindeki karanfil desenli lokumluk ve üstü çiçek motifleriyle süslü üçgen masa örtüsü ile duvarda asılı duran saatli maarif takvimi… Hızla geçip giden bir hayatın içinde fazlasıyla küçük ve önemsiz gibi görünen bütün bu detaylar Mihran için büyük bir huzur kaynağıydı. Her yemek sonrası büyükannesinin kavuniçi renkli yeleğinin cebinden çıkardığı bir avuç beyaz kişnişli nane şekeri bile dünyanın ne denli güzel ve yaşanmaya değer bir yer olduğunu hatırlatırdı ona. Şimdi kendini bu kadar huzursuz ve çaresiz hissederken, yıllardır aklına gelmeyen ve çoktan unuttuğunu zannettiği bütün bu ayrıntılar gözünün önünde birer birer canlanıyor, senelerdir içine hapsedildikleri hafıza odalarından yavaşça dışarı sızıyorlardı. Böyle zamanlarda kendini tıpkı yıllanmış bir antikacı gibi hissediyordu Mihran. Meğer fakında olmadan ne çok şey biriktirmişti hafızasında. Seneler bir kule misali gitgide yükseldikçe, belleğindeki antikacı dükkânının içi de hızla doluyordu sanki. Gördüğü, işittiği, hissettiği her şeyi biriktiriyordu orada. Yediği ilkyaz dondurmasının tadı, annesinin mezarına bıraktığı bir demet karanfilin acısı, ilkokul öğretmeni Topal Rüştü’nün kravatına iliştirdiği iğne, mutfakta kaynatılan ayva reçelinin iştah kabartan kokusu, karyolasının başında asılı duran meleklerin henüz açılmamış kanatları, ilk aşkın yarattığı o meşhur iç bulantısı, bir kadının üzerinde gördüğü ilk sutyen ve onun bir türlü açılmak bilmeyen kopçası… Hepsi ama hepsi eksiksiz bir biçimde oradaydılar işte, belleğindeki antikacı dükkânının içinde. Kimi zaman Mihran, içlerinden rastgele bir tanesini seçip gün yüzüne çıkarıyor ve onunla uzun uzun dertleşiyordu. Dile gelen tüm anılar, “Çok, çok uzun yıllar önce…” diye başlıyorlardı söze. Zaman içinde bu söz, Mihran’ın belleğindeki antikacı dükkânının da ismi hâline gelmiş ve hayali bir tabelanın üzerine kocaman harflerle işlemişti bu garip ama anlamlı ismi. “ÇOK, ÇOK UZUN YILLAR ÖNCE…”
Ne var ki geçmiş zamanın izlerinden sıyrılıp da şimdinin o boğuk atmosferine döndüğü vakit, kendini СКАЧАТЬ