Fülfül büyüsü. Ece İrem Dinç
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Fülfül büyüsü - Ece İrem Dinç страница 5

Название: Fülfül büyüsü

Автор: Ece İrem Dinç

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-8068-55-9

isbn:

СКАЧАТЬ style="font-size:15px;">      Emir Bey, ılık bir Nisan sabahı genç sevgilisiyle beraber çekip gittiğinde Azra Hanım, kendini bu gerçeğe ne kadar hazırlamış olursa olsun gene de üzüntüsünden çıldıracak gibi oldu. Yüreğine inen bu devasa alev topuyla nasıl baş edeceğini bilemeyerek kendini yatak odasına kapattı ve günler boyu uyudu. Oldum olası uykunun iyileştirici bir güce sahip olduğuna inanırdı. Sanki kendini uykunun şifalı ellerine bıraktığı vakit, etrafını çevreleyen bütün husumetler de sessizce ortadan kayboluverecekmiş gibi hissederdi. Rabbin hikmetiydi uyku ve özünde ölüme benzerdi. İnsan ruhunun hislerini kâinattan çekmenin ötesinde, kişinin dış âlemle olan irtibatını da bir nevi askıya alır, işitme ve görme duyularını tamamen sıfırlardı. Her ne kadar ruh, uyku esnasında ait olduğu bedende kalmaya devam etse de insan, gördüğü rüyalar sayesinde gayp âlemine doğru kısa bir yolculuğa çıkardı. Azra Hanım şimdiki zamandan çok, çok önce, dedesinin eşeği üzerinde Kur’an öğrenmek hevesiyle mahalle camiine gidip geldiği günlerde uyku ile ilgili bir ayet işitmiş ve işittiği bu ayeti de bir daha asla unutmamıştı. Zumer Suresi 42. ayete göre Allah, kimi nefisleri öldükleri zaman kimileriniyse uykularındayken yanına alır, böylelikle onları yaptıkları ve yapıyor oldukları işler hakkında sorguya çekerdi. Sonra hakkında ölüm hükmü verdiklerini uykularında alıkoyar ve öbürlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverirdi. Ve bu ayetin devamında ise şöyle denirdi:

      “Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.”

      Ne var ki aradan geçen onca zamana rağmen kocasının ihanetini bir türlü kabullenemeyen Azra Hanım bu defa kendini uykunun şifalı ellerine değil, ancak uykuya daldığı sırada kavuşabildiği ebedi sevgilisinin yani diğer bir adıyla “hiçliğin” merhametli kollarına bırakmayı yeğlemişti. Geçirdiği bu ruhi bunalım kolay kolay dinecek gibi görünmüyordu. Oğullarının gidişinden sonra zaten perişan olan Alacan ailesi ise üstüne bir de gelinlerinin gün be gün bozulan sağlığı eklenince hepten mahvolmuştu. Neticede Azra Hanım’ın henüz gençliğinin baharındayken yakalandığı bu ruh sıtması tam üç yıl sürdü. Üç yılın sonunda bir sabah erkenden uyandı ve doğruca mutfağa koşup bulduğu her şeyi karşı konulmaz bir iştahla yemeye başladı. Onun bu hâlini görenler, nihayet üzerindeki ölü toprağını attığını düşünüp boğazından geçen her lokmayı bir iyileşme belirtisi olarak kabul ettiler. Azra Hanım, günler boyu nâmahdut bir iştahla önüne konan, konmayan ne varsa silip süpürdü ve geçen dört haftada tamı tamına on iki kilo aldı. Artık eskisi gibi konuşuyor, gülüyor, oğluyla beraber oyunlar oynuyor, ev işlerinde kayınvalidesine yardım ediyor, akşamüzerleri incir ağaçlarının gölgesinde uzun uzun yürüyor ve kendisini başka bir kadın uğruna terk edip giden kocasının adını dahi anmıyordu. Alacan ailesinde her şey normale dönmüş gibi görünüyordu, tabii şimdilik…

      1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi Azra Hanım, her zamanki neşesiyle oğlunun üst kattaki odasına çıkıp onun yanına uzandı ve usta bir masalcı edasıyla o gece için hangi masalı anlatacağını düşünmeye başladı.

      “Gepetto ile Pinokyo!” diye sevinçle inledi Mihran. “Gepetto ile Pinokyo’nun masalını anlat anne!”

      Mihran, bu iç burkan baba-oğul hikâyesini dinlemekten bıkmıyordu. Her dinleyişinde o küçücük yüreğinde sadece babasız çocuklara özgü bir umutla evvelce açılmamış bir kapı aralanıyordu sanki. Masalın başkahramanı olan Pinokyo’yu ise yarı gıpta ve yarı nefretle seviyordu. İhtiyar Gepetto’nun oğluna duyduğu sevgide kendi hercümercin çocukluğunu buluyor, Pinokyo’nun hayali suretinde onulmaz yalnızlığının ezilmişliğine rastlıyor ve dahi dinlediği bu masalın ardına saklanıp öylece kaybolmak istiyordu. Tabii bir de Pollyanna vardı ki, o da Mihran için vazgeçilmez bir dosttu, çünkü Pollyanna ona bütün bir ailenin bir arada kahvaltı sofrasının başına oturduğu mutlu, güneşli, huzurlu bir Pazar sabahını anımsatıyordu.

      Fakat o gece, annesinin anlatacağı masalın içinde ne Collodi’nin Pinokyo’su, ne de Porter’in Pollyanna’sı vardı. Bu hikâyenin başkahramanı, adını doğu efsanelerinde yaşatan, Pers İmparatorluğu’nun kavi ordularını yenip de dünyanın yarısını on üç yıl kadar kısa bir sürede fethetmeyi başaran Makedonya Kralı Alexandros, yani İskender-i Zülkarneyn idi. Mihran, bu yüce cihandarın adını daha önce hiç duymamıştı. Bir toygar kuşunun merakıyla gözlerini koskocaman açtı ve başını annesinin göğsüne yaslayıp sessizce dinlemeye koyuldu.

      Makedonya’dan başlayan yürüyüşü, birçok ülkenin istilasından sonra Babil’de son bulan Büyük İskender’in önü alınamaz hırsı, sonsuz merakıyla birleşince dünyaya hâkim olma, dünyada ne kadar “garaip” ve “acayip” varsa öğrenme ve nihayet karanlıklar ülkesindeki ölümsüzlük suyuna ulaşma arzusunu ortaya çıkarır. Bu dur durak bilmeyen hükümdarın yanında her türlü ilme sahip vezirleri vardır. Lâkin diğer taraftaysa vezirlerin de üstesinden gelemediği zor durumlarda İskender’e yardım eden, ona çıkış yolu gösterip de yoldaşlık eden, bazen bir Arap, bazen bir derviş veya kuş suretinde ortaya çıkan Hızır bulunur.

      “Hızır kim anne?” diye sordu Mihran. Göz bebekleri üzerinde merak dolu kıvılcımlar çakıyordu. Azra Hanım, oğlunun başını şefkatle okşayıp, “Hızır mı?” diye seslendi işi eğlenceli kılmak adına kalınlaştırdığı sesiyle.

      “Hızır, bütün ümit ve imkânların tükendiği, çarelerin sona erdiği anda insanların yardımına koşan semavi bir kahramandır oğlum.”

      Yeryüzündeki her millet ve her tıynetten bütün oğlan çocukları gibi Mihran da zor durumlarda insanoğlunun yardımına yetişen süper güçlere sahip kahramanlara karşı büyük bir ilgi ve hayranlık besliyordu. Bu yüzden de Hızır, masalın başkahramanı olan İskender’den daha fazla cezbetmişti onu.

      “Peki sonra ne oldu?” diye sordu heyecanla. Azra Hanım, kaldığı yerden anlatmaya devam etti.

      İskender, kendisine ölümsüzlük verecek olan âb-ı hayat suyunu bulmak üzere yola çıkarken Hızır’ı da yanına alır ve onu ordusunun yeni komutanı tayin eder. Aylar boyu dört iklim, yedi bucak gezerek beraberce âb-ı hayat suyunu arar dururlar. Derken günlerden bir gün, ağaç kabuğundan yapılma elbiseler giyen ve sadece sebze ile beslenen bir kavimle karşılaşırlar. İskender, bu kavmin yaşadığı bölgede kendisinden yaklaşık olarak dört bin yıl evvel yaşamış olan Zülkarneyn-i Evvel’in mezarına rastlar. Mezarın yanına yaklaştığı sırada gördüğü yazı adeta kanını dondurur. “Ey İskender!” diye yazar mezarın üzerindeki levhada. “Ben de tıpkı senin gibi bütün bir cihanı hükmüm altına aldım, lâkin bununla yetinmeyerek âb-ı hayat suyuna da sahip olmayı arzuladım ve onu bulmak üzere yollara düştüm. Gel gör ki o yüce iksiri bir türlü bulamadım. Anladım ki hayatın ardından insana mutlaka memat erişir. Ol sebepten benim şu aciz hâlim, akıllı bir insana ibret olmak için yeterlidir.” İskender-i Zülkarneyn, tam dört bin yıl evvel yazılmış olan bu yazıyı okuyunca baştan ayağa ürperir ve onun gibi sarsılmaz bir komutana yakışmayacak biçimde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Yaşanan bu esrarengiz olayın ardından âb-ı hayat suyunu aramaktan vazgeçer ve ordusu ile beraber geldiği yoldan gerisingeri dönmeye karar verir. Dönüş yolunda domuz şeklinde devler ile etrafına ateşli zehirler neşreden yılanlarla karşılaşır. Kavi bir komutan edasıyla bu ifrit soyunun hepsini tek seferde helak eder. Ardından işleri büyü olan cadıların kentine girerler. Cadılar, bu yüce cihandarın yanına giderek onun geliş maksadını öğrendikten hemen sonra yaptıkları СКАЧАТЬ