Tutsaklar ve gardiyanları muhteşem gümüş sütunlar arasındaki kocaman bir kemerden geçip geniş bir koridor boyunca ilerledi. Burada sıralanmış olan askerler onları selamlıyordu.
Philip “Askerlerin hepsi sizi selamlar mı?” diye sordu komutana. “Yoksa yalnızca kendi askerleriniz mi selamlar sizi?”
“Askerler sizi selamlıyor,” dedi komutan. “Kanunlarımız, yaşadıkları talihsizlikler nedeniyle tutsaklara saygı göstermemizi ve onları selamlamamızı emrediyor.”
Hâkim, bronzdan yapılmış yüksek bir taht üzerinde oturmaktaydı. Tahtın iki yanında kocaman bronz ejderhalar ile siyah beyaz renkte, fildişinden yapılmış, geniş ve alçak basamaklar vardı.
İki hizmetçi hâkimin önündeki basamakların üzerine yuvarlak bir paspas serdi. Bu paspas sarı renkli ve epey kalındı. Sonra hâkim ayağa kalkıp tutsakları selamladı. “Yaşadığınız talihsizlikler nedeniyle sizi selamlıyor,” diye fısıldadı komutan.
Hâkim parlak sarı bir kaftan giymiş, beline yeşil bir kuşak bağlamıştı. Peruğu yoktu. Bunun yerine tuhaf biçimli bir şapka takmıştı. Şapkasını başından hiç çıkartmazdı.
Mahkeme uzun sürmedi. Komutan pek az konuşmuştu, hâkim ondan da sessizdi. Tutsaklara gelince, tek kelime etmelerine dahi izin verilmemişti. Hâkim bir kitabı karıştırdı. Sonra kraliyet avukatı ile siyah kıyafetli, ekşi suratlı birine dönüp alçak sesle danıştı. Ardından gözlüklerini takıp şöyle dedi:
“Sanıklar! Şehrimize izinsiz girmekten suçlu bulundunuz. Cezanız ölümdür, tabii hâkim tutsaklardan hazzetmediği takdirde geçerli bu. Eğer hâkim onları severse, cezaları müebbet hapse çevrilir. Ya da hâkim kesin bir karara varana dek hapiste kalırlar. Sanıkları götürün.”
“Ah olamaz!” diye bağırdı Philip neredeyse ağlamaklı.
“Korkmuyorsun sanmıştım,” diye fısıldadı Lucy.
“Sessiz olun,” dedi hâkim.
Sonra Philip’le Lucy’yi götürdüler.
Mahkemeye gelirken geçtiklerinden çok farklı sokaklarda yürüyorlardı. Sonunda bir meydanın köşesindeki simsiyah ve kocaman bir eve getirildiler.
“İşte geldik,” dedi komutan nazikçe. “Elveda. Bir dahaki sefere artık.”
Yakası fırfırlı siyah kadife bir kıyafet giymiş, keçisakallı gardiyan dışarı çıkıp onları samimi bir şekilde karşıladı.
“Nasılsınız canlarım?” dedi. “Burada rahat edeceğinizi umuyorum. Birinci sınıf kabahatliler olmalılar değil mi?” diye sordu.
“Elbette,” diye cevap verdi komutan.
“Üst kata çıkın lütfen,” dedi gardiyan kibarca. Sonra çocukların geçmesine izin vermek için geri çekildi. “Sola dönüp merdivenleri çıkın.”
Yukarı doğru kıvrılıp duran karanlık merdivenler bitmek bilmiyordu. En üst katta bir masa, sandalyeler ve sallanan bir atla sade biçimde döşenmiş büyük bir oda vardı. Daha fazlasını kim ister ki?
“Bütün şehir ayaklarınızın altında,” dedi gardiyan. “Hem burada bana arkadaşlık edeceksiniz. Ne? Ah, beni gardiyan yaptılar çünkü bu benim gibi beyefendilere yakışan kolay bir iş. Yazmaya da bol vaktim kalıyor. Anlayacağınız üzere, ben okuma yazma bilen bir adamım. Ama kendimi yalnız hissettiğim zamanlar da oluyor. Görüyorsunuz ya, gardiyanlık edeceğim ilk tutuklular sizsiniz. Müsaade ederseniz gidip sizin için akşam yemeği getirilmesini isteyeceğim. Akıl ziyafeti ve ruhun akışından memnun olacağınıza eminim.”
Kapı gardiyanın siyah sırtının ardından kapanır kapanmaz Philip, Lucy’ye çıkıştı.
“Umarım artık mutlusundur,” dedi sert bir şekilde. “Bütün bunları sen açtın başımıza. Ne diye buraya geldin ha? Neden peşimden koşturup geldin? Senden hiç hazzetmediğimi biliyorsun!”
“Sen dünyanın en kinci, huysuz ve berbat çocuğusun,” dedi Lucy lafı hiç dolandırmadan. “İşte duydun!”
Philip bunu hiç beklemiyordu. Bu sözleri elinden geldiğince metin bir şekilde karşılamaya çalıştı.
“En azından istenmediğim yere gizlice giren sinsi beyaz bir farecik değilim,” dedi.
Sonra birbirlerine bakakaldılar. İkisi de sinirden hızlı hızlı nefes alıyordu.
“Zalim bir zorba olacağıma beyaz bir fare olurum daha iyi,” dedi Lucy sonunda.
“Ben zorba değilim,” dedi Philip.
Ortalığı yine sessizlik kapladı. Lucy burnunu çekiyordu. Philip boş odaya göz gezdirirken bu talihsizlikte Lucy ile yol arkadaşı olduklarının farkına vardı. Kimin suçu olursa olsun, hapse girmişlerdi. Bu yüzden şöyle dedi:
“Bak, seni hiç sevmiyorum. Seviyormuşum gibi de yapamam. Ama istersen şimdilik seninle barış ilan edeceğim. Buradan bir şekilde kaçmalıyız. İstersen sana yardım ederim. Yapabilirsen sen de bana yardım edersin.”
“Teşekkürler,” dedi Lucy, herhangi bir anlama gelebilecek bir ses tonuyla.
“O halde barış ilan ediyoruz. Pencereden kaçabilir miyiz bir bakalım. Bir sarmaşık olabilir. Ya da bize bir ip merdiven getirecek güvenilir bir uşak bulabiliriz. Çiftlik evinde uşağınız var mı?”
“İki seyis yamağı var,” dedi Lucy. “Ama güvenilir olduklarını sanmıyorum. Bence yaşadıklarımızda düşündüğünden çok daha fazla büyü var.”
“Elbette bütün bunların büyü olduğunu biliyorum,” dedi Philip sabırsızca. “Ama çok gerçekçi olduğu da doğru.”
“Ah yeterince gerçekçi,” dedi Lucy.
Pencereden eğilip baktılar. Ne yazık ki hiç sarmaşık yoktu etrafta. Pencere çok yüksekti. Dışarıdaki duvara dokunduklarında cam gibi pürüzsüz olduğunu gördüler.
“Böyle olmayacak,” dedi Philip. İkisi birlikte pencereden iyice sarkarak aşağıdaki şehre baktılar. Güçlü kuleler, zarif minareler, saraylar, palmiye ağaçları, çeşmeler ve bahçeler vardı. Meydanın karşısındaki beyaz bina tuhaf bir şekilde tanıdık geliyordu. Burası Philip’in çok küçükken gittiği ama bir türlü hatırlayamadığı Aziz Paul Katedrali olabilir miydi? Hayır, bunu şimdi bile hatırlayamıyordu. İki tutsak uzun süren bir sessizlik boyunca dışarı baktı. Şehir aşağıda uzanmaktaydı. Ağaçlar esintiyle beraber hafifçe sallanıyordu. Çiçekler göz alıcı, rengârenk bir mozaik oluşturmuştu. Büyük meydanları bölen kanallar güneş ışığında parıldıyordu. Günlük işleriyle uğraşan şehir halkı meydanlardan ve sokaklardan gelip gitmekteydi.
“Baksana!” dedi Lucy birden. “Bilmiyor musun yani?”
“Neyi СКАЧАТЬ