Sonra paspasını katlayıp gitti.
“Pekâlâ!” dedi Lucy.
“Pekâlâ!” dedi Philip. “Gidiyoruz yani? Peki ya gardiyan ne olacak? Kaçmaya çalıştığımızda bizi yakalamayacak mı?”
Philip böyle olmasından korkuyordu. Çok can sıkıcı bir şeydi bu. Şerefiniz üzerine yemin etmek zorunda kalmak kadar kötüydü.
“Hay aksi!” diyebildi sadece.
Sonra gardiyan geldi. Yüzü soluk ve endişeliydi.
“Çok ama çok üzgünüm,” diye başladı söze. “Burada olmanızdan mutlu olacağımı sanmıştım ama sinirlerim öyle gerildi ki! Sesleriniz bile rahatsız ediyor beni. Tek satır yazamıyorum. Beynim karman çorman. Benim için küçük bir iyilik yapar mısınız acaba? Buradan kaçsanız, olmaz mı, ha?”
“İyi ama biz kaçarsak başınız derde girmez mi?”
“Hiçbir şey şimdiki durumdan kötü olamaz,” dedi gardiyan dokunaklı bir sesle. “Çocuk seslerinin bu kadar keskin olduğunu hiç bilmezdim. Haydi gidin. Yalvarıyorum, kaçın buradan. Yalnız hâkime söylemeyin bunu. Beni asla affetmeyeceğinden eminim.”
Bu sözlerin ardından hemen hapisten kaçmayacak bir tutuklu var mıdır?
İki çocuk, merdivenden inen gardiyanın anahtarlarından gelen ses kaybolana dek bekledi. Sonra kapıyı açıp hızla merdivenden indiler ve hapishanenin büyük kapısından çıktılar. Bir süre sessizce yürüdüler. Etrafta çok insan vardı ama kimse onları fark etmiyor gibiydi.
“Hangi taraftan gideceğiz?” diye sordu Lucy. “Keşke şu iyiliksever, şefkatli insanlar nerede yaşıyor diye sorsaydık.”
“Bence,” diye söze başladı Philip. Fakat Lucy onun ne düşündüğünü öğrenemeyecekti.
Aniden bir bağırış ve at toynaklarının tıkırtısı işitildi. Meydandaki bütün gözler Lucy ve Philip’e dönmüştü.
“Bizi gördüler,” diye bağırdı Philip. “Koş, koş, koş!”
Philip koşmaya başlamıştı bile. Yukarı çıktıkları merdivenin tepesindeki bekçi odasına doğru koşturdu. Hemen arkasında onu takip edenlerin bağrışmaları ve gürültüsünü duyuyordu. Komutan girişte tek başınaydı ve Philip kapıya vardığında muhafız odasına gidip hiçbir şey görmemiş gibi davranmıştı. Philip ömründe hiç bu kadar uzun süre ve bu kadar hızlı koşmamıştı. Güçlükle nefes alıyordu ama merdivene ulaşmayı başarıp hızla indi. Yukarı çıkmaktan daha kolaydı.
Tam en alt basamağa varmıştı ki merdivenli köprü havada şiddetle sallandı. Bunun üzerine Philip yere düşüp uçsuz bucaksız çayırın kalın çimlerinde yuvarlanmaya başladı.
Etraftan bir sürü ses geliyordu. Sanki bu, güzel kocaman sarayları ve büyük ama çirkin fabrikaları yıkıp geçen zelzelelerin gürültüsüydü. Kulakları sağır edici, sonu gelmeyen ve dayanılmaz bir gürültü.
Ne var ki Philip buna ve çok daha fazlasına katlanmak zorundaydı. Önce ellerinde, sonra başında ve nihayet tüm vücudunda tuhaf bir şişlik hissetti. Çok canı yanıyordu. Acıdan yuvarlandı durdu. Sonra çok yakında kocaman bir devin ayağını gördü. Geniş, düz ve çirkin bir ayakkabının içindeydi bu ayak. Ayrıca iki yana sallanan gri renkli, alçak perdelerin arasından geliyor gibiydi. Bu griliğin önünde siyah ve devasa bir sütun vardı. Aşağı atılmış olan merdivenli köprü ise Philip’ten çok uzakta değildi.
Philip acı ve korkudan bitap düşmüştü. Artık hiçbir şey işitmiyor, hissetmiyor ve bilmiyordu.
Bilincini kazandığında kendini misafir odasındaki masanın altında buldu. Vücudundaki şişlik hissi geçmişti. Ayrıca yine kendi boyundaydı.
Dadının düztabanlı ayaklarını ve gri eteğinin ucunu görebiliyordu. Masanın üstünden gelen takırtılar ise dadının sözünü tuttuğunu, yani şehrini yıktığını gösteriyordu. Ayrıca siyah sütunu da gördü, masanın ayağıydı bu. Dadı, Philip’in şehri inşa ederken kullandığı şeyleri yerlerine koymak üzere gidip geliyordu. Sonra bir sandalyenin üstüne çıkıp parlak damla taşları avizeye geri takmaya koyuldu. Philip taşların çıkardığı çınlama seslerini duymuştu.
“Hiç kıpırdamazsam,” dedi kendi kendine, “Belki beni göremez. İyi ama buraya nasıl döndüm? Ne rüyaydı ama! Helen çok şaşıracak anlattığımda!”
Hiç kıpırdamadan orada bekledi. Dadı onu görmedi. O kahvaltı etmeye gidince Philip de gizlendiği yerden çıktı.
Evet şehir yok olmuştu. Geriye eser kalmamıştı. Masalar yerine konmuştu.
Philip de kendi yerine yani yatağına gitti.
“Ne harika bir rüyaydı,” dedi çarşafların arasına sokulurken. “Ama artık hepsi bitti!”
Elbette tamamen yanılıyordu.
Üçüncü Bölüm
Kayıp
Philip uykuya daldı. Rüyasında yine kendi evlerindeydi. Helen onu uyandırmak için yanına gelmişti. Üstelik ona hediye olarak bir midilli atı getirmişti. Her şeyi anlayacak kadar zeki bir hayvana benziyordu. Philip bu nedenle el sıkışmasına pek şaşırmamıştı. Ama midilli “Haydi, gitmemiz gerek,” deyip Philip’in ayakkabılarını ve çoraplarını giymeye çalışınca çocuk “Tamam bu kadarı yeter!” diye bağırdı. Gözlerini güneş ışığıyla dolu bir odada açtı ama etrafta midilli falan yoktu.
“Ah, pekâlâ,” dedi Philip, “Kalkayım bari.” Helen’ın ayrılırken verdiği hediyelerden biri olan yeni gümüş saatine baktı. Saat on olmuştu.
“Bence doğru söylemiyorsun,” dedi saate. Sonra onu bir kez daha düşünmeye teşvik etmek için saatini salladı. Ama saat hâlâ ve hatasız bir şekilde “on”u gösteriyordu.
Çiftlik evinde kahvaltı saati sekizdi ve Philip sofraya çağrılmadığından emindi.
“Bu çok tuhaf,” dedi. “Sorun saatte olmalı. Belki de durmuştur.”
Ama saat çalışıyordu. Dolayısıyla kahvaltı zamanını iki saat geçmiş olmalıydı. Bunu düşünür düşünmez aşırı derecede acıktı. Ne kadar aç olduğunu anlayınca hemen yataktan çıktı.
Etrafta kimse yoktu. Doğruca banyoya gitti. Sıcak ve soğuk suyu, kahverengi Windsor sabununu, tıraş sabununu, tırnak ve vücut fırçalarını, lifleri, duşu, üç süngeri kullanarak eğlenceli bir saat geçirdi. O zamana kadar bunları hakkıyla keşfedip kullanma imkânı olmamıştı. Ama şimdi ona karışacak kimse yoktu ortalıkta. Öyle СКАЧАТЬ