Bana sürtünerek geçiyor, o anda beni görebilecekken elbette görmüyor (oysa odalarımızın karanlığında, ikimiz tek bir gülümseme olmuştuk!) Başkalarının yanındayken karşılaştığınız insanların o sönük ışıklı, acımasız haline bürünmüş gibi. Aramızda duvar yok, uçsuz bucaksız boşluk ve sonsuz zaman var. Dünyanın tüm güçleri var aramızda.
İşte ona son bakışım bu oluyor. Pek bir şey anlamıyorum, çünkü bir gidiş asla tam olarak anlaşılmaz. Onu bir daha hiç görmeyeceğim. Ne çok ilham çiçeklenip yok oluyor; ne çok güzellik, tatlı zaaf, ne çok mutluluk kayboluyor. Ölümle sonlanacağı kesin, belirsiz bir hayata doğru, yavaşça uzaklaşıyor kadın. Günleri nasıl yaşanacak olursa olsun, son gününe doğru gidiyor.
Onun hakkında söyleyebileceğim tek şey bu.
…Bu sabah, her bir detaya kesinlik kazandıran gün ışığı beni kollarıyla sarmalarken, kalbim çırpınıyor ve inliyor. Her yer, engin bir boşluk. Bir şey gerçekten bittiğinde, her şey bitmiş gibi gelmez mi insana?
Adını bilmiyorum… O kendi kaderine gidecek, ben benimkine. İkimizin varlığı birbirine bağlanmış olsaydı bile, birbirlerini çok az tanıyacaklardı. Ama birlikte olduğumuz o müthiş akşamı asla unutmayacağım.
IV
Bu sabah, önceki günün hayaliyle uyandım. Ama heyecanım biraz azalmış gibi. Üzerinden bir gün geçtiğinden olsa gerek, şimdiden kalbimden bir parça uzaklaşmış sanki. Bu konuda hiçbir şey yapmazsam, hatırası ölüp gidecek mi?
Birden, onu yazmak arzusu kaplıyor içimi. Günler geçerken toz misali dağılıp yok olmasınlar diye, hissettiklerimi tüm detaylarıyla, kesin bir biçimde kaydetmeliyim.
Ama kâğıdın beyazlığı karşısında, söyleyecek neyim varsa anında unutuyor, anılarımın içinde kaybolduğu tatlı bir göz kamaşması yaşıyorum.
Gözlerimin yorulmasına rağmen, büyük bir dikkatle, her şeyi yazıyorum. Yazdıkça coşuyorum. Yaşananların gerçekliğini doğrudan aktardığımı sanıyorum. Sonra yazdıklarımı yeniden okuyorum, hiçbir anlamı yok, sadece art arda dizilmiş kelimeler.
Sıradışı gerilimler, trajik sıradanlık, fazlasıyla yoğun ve yıkıcı uyum, neredeler? Bu yazı yaşamıyor. Gerçeğe dair bir kelimeler yığını sadece. Cümleler ordalar, kâğıt üzerinde, siyah zincir halkaları gibi düzen içinde duruyorlar.
Bu cansız işaretlerin gerçekliğe dönüşmesi için ne yapmak gerek?
Karşımdaki zorluğu aşmayı deniyorum. İlham verecek, özgün bir detay arıyorum… Onu pencerenin aydınlığında ilk gördüğümde fark ettiğim bir ayrıntıyı hatırlayıp, bunun üzerine gitmeye karar veriyorum: “Üzerinde mavi, yeşil ve sarı renkler vardı.” Hiç de öyle değildi, gerçeği anlatmayan bu çocukça karalamayı yok ediyorum… Önemli olan, bedenini tasvir etmek. Kendimi, büyük bir titizlikle bu işe veriyorum, antik bir heykelle karşılaştırmalar yapıyorum. Yazdıklarımı yeniden okurken, öfkeye kapılıp, bir hamlede, onları da yok ediyorum.
Daha enerjik, çarpıcı kelimeler deniyorum ve gerçeklik duygusuna ulaşmak için, yavaş yavaş detaylar uydurmaya başlıyorum: “Şehvetli tavırlar takınıyordu…”
Hayır! Hayır! Bu doğru değil!
Tüm bunlar, yaşananların varlığını sürdürmesine izin veren, ama büyüklüğünün yanından bile geçmeyen cansız kelimeler. Bir köpeğin havlaması gibi, rüzgârın nefesiyle dalların çıkardığı ses gibi, yararsız ve boşuna gürültü hepsi de.
Güçsüzlüğümden, yenilgiden, içimdeki hüzün veren bu tutkudan dolayı suçlu hissederek, elimi açıyorum, kalemin parmaklarımın arasından yuvarlanmasına izin veriyorum.
Nasıl oluyor da insan gördüğünü söyleyemiyor? Nasıl oluyor da, gerçek, sanki gerçeğe ait değilmiş gibi, önümüz sıra kaçıyor ve nasıl oluyor da insan, tüm içtenliğine rağmen, içten olamıyor? Bir şey ismiyle çağrıldığında, bellekte canlanmıyor. Kelimeler, kelimeler… Ne olduklarını bilmedikten sonra, onları çocukluktan beri tanıyor olmak neye yarar ki?
Titremem, kederim, bunalımım kayboluyor. Unutulmaya mahkûmum. İnsanlar önümden bana bakmadan ya da beni görmeden geçecekler. İçimde saklayabileceklerimi umursamayacaklar bile. Dünya üzerinde sadece inançlı biri olabilirim.
Günlerce hiçbir şey görmeden öylece durdum. Kavurucu günlerdi. Başlangıçta, hava gri ve yağmurluydu, şimdiyse, eylül, giderayak alev saçıyor. Cuma… Bu eve geleli bir hafta olmuş bile!…
Ağır bir yemek sonrası, bir sandalyeye oturmuş, yarı rüyada, bir peri masalına dalıp gidiyorum.
…Bir orman sınırı. Koyu zümrüt halının üzerindeki orman tablosunun içinde, güneş daireleri. Orada, ovanın sınırında bir tepe ve kümelenmiş sarı ve koyu yeşil ağaç yapraklarının üstünde, bir kule ve bir duvar halısında olduğu gibi karelere bölünmüş bir duvar yüzeyi… Kuş gibi giyinmiş bir uşak ilerliyor. Sineklerin vızıltısı. Uzaktan kralın av partisinin sesleri duyuluyor. Beklenmedik güzellikte şeyler olacak gibi.
Ertesi gün, hava bir kez daha güneşli ve yakıcı. Buna benzeyen öğleden sonraları hatırlıyorum. Yıllar önceydi ve bir an, bu kayıp zamanı yaşıyormuşum gibi geliyor bana. Sanki bu tuhaf sıcak, zamanı silip, geri kalan her şeyi kanatlarının altında boğuyor gibi.
Yandaki oda neredeyse tamamen karanlık… Biri, pencere kanatlarını kapamış. İnce kumaştan yapılmış çift kat perdenin arasından, ocak ızgarasına benzer parlak çubuklarla korunan pencereyi görüyorum.
Aşırı sıcak ev, sessizliğe gömülmüş durumda. Gözlerden uzak bu derin uykunun içinden, birbirine eklenen kahkahalar yükselip kayboluyor. Dün olduğu gibi, hep olduğu gibi.
Bu uzak kargaşanın içinden sıyrılıp çıkan ayak sesleri dikkatimi çekiyor. Bana doğru geliyorlar. Gittikçe artan bu sese doğru yönelip gözümü deliğe dayıyorum… Kapı açılıyor, göz kamaştırıcı bir ışık seli akıyor içeri ve bu aydınlığın içinde kaybolmuş iki cılız gölge beliriyor eşikte.
Takip ediliyor gibi davranıyorlar. Küçük bedenlerini bir fotoğraf karesi gibi çerçeveleyen kapıda bir an tereddüt edip, ardından içeri giriyorlar.
Kapının kapandığını duyuyorum, oda nefes almaya başlıyor. Gelenleri inceliyorum. Girerken yarattıkları ışık seli yüzünden СКАЧАТЬ