Bir eliyle çarşafsız yatağı, üzerinde hiçbir şeyin asılı olmadığı çıplak portmantoyu ve boş masayı gösteriyor. Boş odaların itinalı çıplaklığı.
Sonra aynı el, gözlerimin önünde, yaprak gibi titremeye başlıyor. Kalbimin vuruşlarını duyuyorum. Fısıltıyla konuşmaya devam ediyorlar:
– Yalnızız… Görmediler bizi.
– İlk defa yalnız kalıyoruz.
–Oysa doğduğumuzdan beri tanıyoruz birbirimizi…
Küçük bir kahkaha.
Yalnız kalmaya ihtiyaçları var gibi, birlikte yol alacakları bir bilinmezin ilk aşaması belki de bu. Diğerlerinden kaçıp, kendilerine yasak bir yalnızlık yaratmış iki çocuk. Ama görünen o ki, yalnızlığı buldukları şu an, artık neyi arayacaklarını bilemez haldeler.
Bir tanesinin büyük bir titreme eşliğinde, neredeyse kederle, hıçkırır gibi kekelediğini duyuyorum:
– Birbirimizi çok seviyoruz…
Diğeri, doğru kelimeleri arar gibi nefeslenerek, uçmayı öğrenen küçük bir kuş gibi ürkek, ama müşfik bir sesle cevap veriyor:
– Seni daha çok sevmek isterdim.
…Onları çepeçevre saran, yüzlerini gölgeleyerek kaç yaşında olduklarını gizleyen tutkulu bir karanlığın ortasındalar. İnsan, onların bu birbirlerine doğru eğilmiş hallerine baktığında, rahatlıkla, iki aşığın buluşmasına tanıklık ettiğini sanabilir.
İki âşık! Ne olduğunu bilmedikleri ama olmayı düşledikleri şey bu.
Az önce, ikisinden biri ilk kez demişti. Hep yan yana yaşadıkları halde, ilk kez yalnız kaldıklarını hissediyor olmalılar.
Belki de, hatta kuşkusuz, bu iki çocukluk arkadaşı, ilk defa arkadaşlığı ve çocukluğu arkalarında bırakmak istiyor. Arzu, şimdiye kadar birlikte uyumuş bu iki yüreği ilk defa şaşırtıyor, altüst ediyor…
Birden toparlanıyorlar ve üzerlerinden geçip ayaklarına düşen ince bir günışığı bedenlerini görünür kılıyor, yüzlerini ve saçlarını ışıklandırıyor. Oda onların varlığıyla aydınlanıyor sanki.
Gidecekler mi, beni terk mi edecekler? Hayır, yeniden oturuyorlar. Her şey bir kez daha gölgenin, gizemin, gerçeğin içine doğru çekiliyor.
…Onları seyrederken, geçmişimle dünyanın geçmişinin iç içe geçtiğini hissediyorum. Neredeler? Var olduklarına göre, her yerdeler… Nil nehrinin kıyısındalar, Ganj’ın ya da Tarsus nehrinin, çağların ebedi nehrinin kıyısında. Yunan güneşinin altında, bir mersin ağacının gölgesinde, yapraklardan yansıyan yeşille baştan ayağa aydınlanmış Dafni ile Khloe onlar ve yüzleri bir ayna gibi birbirini yansıtıyor. Anlaşılması güç konuşmaları, tarlaları kavuran sıcağın altında çeşmelerin serinliğine sığınan bir arının kanatları gibi uğulduyor. Uzaktan ekin demetleriyle yüklü iki tekerlekli bir araba geçiyor.
Yeni dünya önlerinde açılıyor. Gerçek orada, soluk soluğa. Şaşkınlık içindeler. Bazı ilahi şeylerin aniden belirivermesinden endişe duyuyorlar. Hem mutsuz, hem mutlular. Mümkün olduğunca birbirlerine sokuluyorlar. Yapabildikleri kadar yan yana getiriyorlar bedenlerini. Ama ne yaptıklarının farkında bile değiller. Çok küçükler, çok gençler, yeterince yaşamamışlar daha. Her biri kendi için boğucu bir sır henüz.
Tüm insanlar gibi, benim gibi, bizim gibi, onlar da sahip olmadıkları şeyi istiyorlar. Dilenci gibiler. Ama merhameti kendi kendilerinden bekliyorlar. Kendi varlıklarından ve kişiliklerinden medet umuyorlar.
Şimdiden bir erkek gibi hisseden oğlan, bu dişi eşlikçinin varlığıyla fakirleşiyor. Yüzü kıza dönük ama bakmaya cesaret edemiyor, beceriksizce kollarını uzatıyor.
Şimdiden bir kadın gibi hisseden kız, başını geriye, koltuğun arkalığına yaslamış, gözleri ışıldıyor. Hafif tombul, pembe yanaklarına, kalbinden geçenlerin etkisiyle ateş basıyor. Boynunun parlak ve gergin derisi titriyor. Bedeninin en değerli ve nazik noktası, nabzının attığı yer. Bedeninden şimdiden zevk yayılan, bu yarı açık, beklentili, hafif şehvetli haliyle, nefes alan bir güle benziyor. Sarı çoraplı ince bacakları dizlerine kadar açık. Bedenini saran elbisesiyle, bir çiçek buketini andırıyor.
Ve ben, gözlerimi ikisinden ayıramıyorum ve yüzümü onlara yapıştırmış, adeta bir vampir gibi bu manzarayı içiyorum.
Uzun bir sessizliğin ardından, oğlan mırıldanıyor:
– Birbirimize “siz” diyelim ister misin?
– Neden?
Bir an düşünceler içinde kaybolmuş gibi görünüyor oğlan.
– Yeniden başlamak için, diyor sonunda.
Ardından tekrarlıyor:
– İster misiniz?
“Siz” kelimesini duyduğu anda kız, bu yeni hitap şeklinden etkilendiği belli, sanki az önce ilk kez öpüşmüşler gibi titriyor.
Tereddütle yanıtlıyor:
– Bizi saran bir şey bu, hem bizi…
Oğlan daha da cesaretleniyor:
– Dudaktan öpüşelim ister misiniz?
Soluğu kesilen kız, tam anlamıyla gülümseyemiyor bile.
– İsterim, diyor.
Kolları birbirine dolanıyor, omuzları yaklaşıyor ve dudakları kuşlar misali birbirlerine uzanıyor.
– Jean…
– Hélène…
Keşfettikleri ilk şey bu. Sizi öpen birini öpmek, bulunabilecek şefkatlerin en küçüğü, kurulabilecek bağların en samimisi değil midir? Ve de kesinlikle yasak bir eylemdir!…
Bir kez daha, bu ikilinin yaşının olmadığını düşünüyorum. Öpücüğün gölgesi altında birbirlerinin elini tutarken, birleşmiş yüzleri, o titrek ve kör olmuş halleriyle, bütün diğer âşıklara benziyorlar.
Sonra ayrılıp, henüz anlamını bilmedikleri bu kucaklaşmadan çekip alıyorlar bedenlerini.
Masum dudaklarıyla konuşuyorlar. Neden bahsediyorlar? Çok yakın ve çok kısa olan geçmişlerinden.
Çocukluğun ve cehaletin cennetini yavaş yavaş terk ediyorlar. Birlikte yaşadıkları bir evden ve bahçesinden bahsediyorlar.
Evin hayali, onları içine çekiyor. СКАЧАТЬ