Название: Gönülden Gönüle
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6862-45-6
isbn:
Muharipleri düşündüren bir nokta daha vardı. Pamuk içindeki ateş, acaba neye delalet ediyordu. Revişi hâle göre Abdal Musa, Geyikli Dede’ye mektup göndermiş oluyordu. Bu garip mektubun meali neydi?
Şu müşahede, alplarla abdallar arasında bir ayrılık daha tespit ediyordu. Alplar, yekdiğerine bu şekilde haber salmaz, salamazlardı. Onlar, düpedüz konuşurlar, anlaşırlardı. Abdallar ise işte başka bir lisan kullanıyorlardı.
Üç muharip, birbirinin yüzüne hayran hayran bakarlarken Abdal Murat:
“Yiğitler!” dedi. “Şaşmayın. Buna dede dili derler, anlayana ne mutlu!”
Abdurrahman dayanamadı:
“Doğrusu ya, biz anlamadık. Acep siz anladınız mı?”
“Biraz!”
“Bize de anlatsanız!”
“Anlatayım: Ateş kuvvettir. Pamuk, yumuşaklıktır. Benim anlayışım doğruysa Ahi Musa, yerinde coşmayı, yerinde susmayı bildiğini söylüyor.”
“Ne çıktı bundan?”
“Onu Geyikli anlar.”
Duğlu, hiçbir şey ifade etmeyen bu tefsir üzerine söze karıştı:
“Attın Koca Murat, attın. Alpları da kandıracaktın. Dede dilini sen bu kadar mı anlarsın!”
Abdal Murat kızmadı:
“Haydi ben yanlış anlamış olayım. Doğrusunu sen söyle.”
Duğlu, kemali ciddiyetle:
“Onu…” dedi. “Ahi Musa bilir!”
Abdal Murat bilaihtiyar güldü:
“Vay ayrancı, vay!” dedi. “Bu akılla mı kervana katılıyorsun? Deredeki balıklar da ancak bu cevabı verir. Ferasetin şu dağdan bile yüksekmiş. Aklınla yaşa.”
Abdal Musa, kendi eseri irfanı hakkındaki münakaşayı işitemiyor gibiydi. Gözlerini yere eğmiş, yün hırkası içinde büzülmüş, düşünüyordu. Abdal Murat’ın iri sesle konuşmaya başlaması üzerine tahayyülatından ayrıldı:
“Bizim çömez.” dedi. “Keklik gibi seker. Neredeyse Karlık’a varmıştır.”
Karlık, malum olduğu üzere Uludağ’ın zirvesini teşkil eden iki sivri tepenin eteğidir. Kırkpınar mevkisi (1800), Karlık (2000) metre irtifadadır. Yaz mevsimleri Bursa’ya kar taşıyan katırlar, buraya kadar gelirler ve hamulelerini bu mürtefi noktadan tedarik ederler. Kırkpınar’dan Karlık’a kadar uzanan mesafe çıplak bir irtifadan ibarettir. Dağın eteğini seyyal bir şerit, oynak bir zincir hâlinde çevçeveleyen Agraslar, Karaoğlanlar, Deliçaylar hep Kırkpınar’dan nebean eder. Karlık’a doğru çıkıldıkça ne çimen ne su görünür. Tedricî bir fazlalıkla yalnız kar kümelerine tesadüf olunur. Yamaçlarında seksen kadar küçük mağara vardır. Vaktiyle İstanbul keşişleri tarafından hücrei riya, hücrei cer olarak kullanılan bu irili ufaklı kaya kovukları Keşiş Dağı’nın Türk elinde ihtidasından sonra kar mahzeni hâline ifrağ edilmişlerdir.
Geyikli Baba, işte bu 2000 metre irtifada bulunuyordu ve Abdal Musa’nın garip davetnamesini orada alacaktı.
Ateşle pamuğu, bir hamlei marifetle imtizaç ettiren Baba Musa, çömezinin seriüsseyr olduğunu söylemekte yanılmamıştı. Alplarla Abdallar gönderilen davetnamenin meali hakkında henüz bir fikri salim edinemeden ve aralarında uzun boylu muhavere cereyan etmeden çömez göründü. Hızlı adımlarla çıplak kayalardan sekerek iniyor ve elinde bir toprak kâse taşıyordu. Çömez, Baba Musa ile misafirlerin oturdukları yere gelince derin bir rükû hareketi yaptı ve elindeki çanağı Abdal Musa’ya uzattı. Çanak, yarısına kadar süt doluydu.
Alpların da iki Abdalın da gözleri dört açıldı. Hayran hayran Geyikli Dede’nin gönderdiği cevaba bakıyorlardı. Gelen cevap da giden mektup gibi tuhaftı. Pamuk içindeki ateşe karşı yarım çanak süt! Mektup çapraşık bir lügat; cevap karışık bir muammaydı.
Abdal Musa, zirveden gelen süte şöyle bir baktıktan sonra:
“Duğlu!” dedi. “Sen sütten iyi anlarsın. Bu ne sütü?”
Ayrancı Baba çanağı aldı, içindeki mayiye göz gezdirmekle beraber burnunu da yaklaştırarak kokladı ve cevap verdi:
“Halis geyik sütü.”
Abdal Musa, bu cevap üzerine bir nebze düşündü ve müteakiben yerinden fırladı:
“Koca Ahu!” dedi. “Bizi haptetti. Kalkın yanına gidelim, gönlünü alıp buraya getirelim.”
İki abdalla üç alp, Baba Musa’ya imtisalen kalktılar, zirve istikametinden yürümeye başladılar. Kırkpınar’daki lâyezal yeşillikle zirvede ve eteklerinde görünen kar, tabiatın rengin bir cilvei tezadı, şuh bir melabei sanatı gibiydi. Yerde, gökte durmadan işleyen o gizli el, burada da zıt işler yapmış, ötede yeşil ve dilrüba bir sahne vücuda getirirken beride beyaz ve soğuk bir köşe resmetmişti.
Altı yoldaş, manzaradaki tahavvüle lakayıt zirveye tırmanıyorlardı. Kuytu yerlerde beyaz bir bohçaya, yamaçlarda lekesiz bir perdeye benzeyen karlar, hiçbirini alakadar etmiyordu. Abdal Musa’dan maadası Geyikli’ye giden mektupla onun gönderdiği cevabın mefhumunu düşünmekle meşgul bulunuyordu.
Abdal Murat, yolun yarısında dayanamadı:
“Hoş gör ya Musa!” dedi. “Bu anlaşmayı biz anlamadık. Ne söyledin, ne söyledi?”
Marifetli ihtiyar, yegâne mameleki olan hırkasının göğsünü kavuşturdu:
“Anlaşılmayacak şey değil ama ağzımdan işitmek istiyorsunuz. O hâlde söyleyeyim. Ben pamuğa ateşi sarıp Geyikli’ye şaka yaptım, şu manayı anlattım: ‘Biz himmeti pir ile insanın ruhuna tahakküm ederiz. Ziyaretimize gelmek şanınıza noksan vermez.’ O bana geyik sütü göndermekle şu cevabı vermiş oldu: ‘Ben vahşi mahlukatı hükmüme ram eyledim, onların sütü ile gıdalanıyorum. Siz benim ziyaretime gelin!’ Zevilervaha ve bilhassa tab’an vahşi olanlara nüfuz etmek cemadata tahakkümden daha yüksek bir iş olduğu için Ahu Baba bizi ilzam etmiş oldu. O sebeple ayağına gidiyoruz.”6
Alplar, hakkalinsaf söylenirse, o muhabere ve şu muhavereden hiçbir şey anlamamışlardı. Onlarca, ateşi pamuğa sarmak bir hüner, geyik sütü sağmak ise alelade bir işti. Koluna güvenen, yerinde aslan sütü de sağabilirdi. İş, ateşi yakmaz bir hâle getirmekteydi. Binaenaleyh Abdal Musa’nın Geyikli’yi yüksek görmesi tuhaflarına gidiyordu. Ruh ve ruha nüfuz meselesi onların düşünmedikleri, düşünemedikleri şeylerdendi. Alplar, harbin silahla kazanılacağını, hastalığın ilaçla geçeceğini bilirler, kuru duaya kulak asmazlardı. Abdallara muhabbet ve hürmetleri onların bilgiçliklerinden, iyi gören ve iyi düşünebilen insanı kâmil olmalarından ileri geliyordu.
Doğrusu abdallar da birer СКАЧАТЬ
6
Aynı tafsilatı