Название: Gönülden Gönüle
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6862-45-6
isbn:
Üç arkadaş sırasıyla ve aynı samimiyetle acayip adamın elini öptükten sonra Akça Koca:
“Erenler!” dedi. “Sizi görmeye geldik. Duğlu Baba’yı. Geyikli Dede’yi, Abdal Musa’yı da görmek dileriz. Danışacak işimiz var.”
Abdal Murat, berrak ve son derece munis bir sesle:
“Alplarla Abdallar…” dedi. “Kurultay mı yapacak? O hâlde Duğlu’ya gün doğdu demek. Çanağını, çömleğini dizer, bize yollu yolunca bir şölen verir.”2
Ve sonra eliyle yolu işaret ederek ilave etti:
“İşte kendisi de iniyor. Sürüsünü kaynaklarda suvarmayı (sulamayı) sever!”
Gerçekte de insanlar arasında Tavlı Baba diye anılan Duğlu Baba, yukarıdan geliyordu. Bu geliş, Abdal Murat’ın orada görünüşünden daha nazarrübaydı. Beli eskimiş bir kuşakla sıkıştırılmış, uzun bir gömlekten başka üzerinde hiçbir şey bulunmayan Duğlu, güzel bir ineğe binmiş, kucağına da bir sevimli buzağı almıştı.
Süvar olduğu hayvan, rakibini incitmemek ister gibi itinalı adımlarla yürüyor, dört-beş ineğe de kılavuzluk ediyordu.
Duğlu, hürmetkâr bir kafileyi müridan önünde veya bir cemiyeti ihvan başında yürür gibi sevinçli ve güler yüzlüydü. Üç silahşorla Abdal Murat’ın önüne gelir gelmez:
“Dur evlat!” dedi.
Ve emre hemen itaat eden inekten inerek bekleyenlerin yanına geldi:
“Merhaba aziz, merhaba balalar!”
Aziz kelimesi, Abdal Murat’a ait ve çocuk manasında kullanılan bala kelimesi de alplara aitti. Boylu poslu endamına, çelik sertliğindeki vücuduna, saçında, sakalında tek bir ak kıl görünmemesine rağmen yaşı hayli geçkin olan Akça Koca, bu iltifata karşı gülmekten nefsini menedemedi. Yarım bir kahkahayla:
“Merhaba Duğlu Baba.” dedi. “Elini öpmeye geldik.”
Silahşorlar, biraz evvel Murat’a yaptıkları gibi şimdi de Duğlu’nun elini öpüyorlardı. O, hakiki bir baba vakarıyla bu riyasız ihtiramı kabul etti ve hemen rakip olduğu (bindiği) ineğin beline asılı heybeden bir çanak ve bir de ibrik çıkardı.
İptida Abdal Murat’a, müteakiben yaş sırasıyla üç silahşora birer ayran sundu. Murat, o gün öldürmüş olduğu iri yılanları şöyle bir tarafa atıp sunulan ayranı bir hamlede içmiş ve Duğlu’ya hitap etmişti:
“Geçmişlerinin canına değsin ama ayranı tamam harcetme. Birazdan bize şölen vereceksin.”
Duğlu, çanağını tekrar doldurup Akça Koca’ya uzatırken gözlerini de sorarcasına Abdal Murat’a çevirdi. Bu sessiz istizahı bittabi anlayan Murat, kısaca latifesini izah etti:
“Şu üç yiğit bizimle konuşmak isterler, dört abdal, üç alp birleşince bir kurultay olur. Sonunda da elbet şölen verilir.”
Duğlu, kemali ciddiyetle cevap verdi:
“Şöleni ineklerim verecek. Yaradana hamdolsun. Onların yürekleri gani, cicikleri (memeleri) dolu!”
Akça Koca bahse karışarak sordu:
“Ya Abdal Musa’yla Geyikli Baba’yı nerede buluruz?”
“Ahi Musa, balıklarla haşrü neşr olur gider, Kırkpınar’dan ayrılmaz. Öbürü daha yüksektedir, geyiklerine ot yerine kar yedirir!”
Duğlu Baba, şimdi ineklerini terhis ediyordu. Parmağıyla verdiği bir işaret, altı hayvanı harekete geçirmiş ve gösterilen istikamette dörtnala koşturmuştu. Kucağında taşıdığı buzağı da aynı hızla kafilenin ardından gidiyordu.
Duğlu, bu hüneriyle daima övünürdü. Hayvanlarını anlamak, bir insan derecesine yükseltmekten büyük bir neşe, daimî bir sevinç duyuyordu. O, bütün ruh sahiplerinin meratibi mütehalife dairesinde kabili terbiye olduğuna inanmıştı. Terbiye görmeyen, idraki tenmiye edilmeyen insanları, hassasiyetçe yükseltilen hayvanlardan aşağı tutardı ve tabiatın zulmüne uğradıkları kanaatiyle kendi hayvanlarına insanlardan daha fazla bağlıydı. Onları bir işaretle yeme, suya ve uykuya sevk edebilmekle fıtratın buhlünü tamir ettiğine inanırdı.
Duğlu’nun bu yoldaki sayini, didinmesini Ahu Baba’ya karşı rekabet suretinde de sayanlar vardı. Hâlbuki Uludağ’ı meva ittihaz eden bu iki aziz, hayvanları insanlara takrip vadisinde hemmeslek olsalar bile yekdiğerine rakip tanınmaktan çok uzak bulunuyorlardı.
Her ikisi de derin bir feragati nefs içinde yaşadıkları için ruhen cüce yaratılanlara has olan kıskançlık gibi duygulardan tamamen yoksun yaşıyorlardı. Zaten hayvanlara muhabbet ciheti bertaraf olunursa, Duğlu’yla Geyikli arasında büyük bir meşrep farkı vardı. Duğlu, harp işlerine sade duayla ve harbin kızgın demlerinde muhariplere ayran dağıtmak suretiyle iştirak ederdi. Geyikli’yse bizzat muharipti. Beslediği geyiklerden birine bindiği gibi süvarilerin önüne düşer, düşman saflarını dehşet içinde bırakırdı.
Bu hakikati pekâlâ bilmekle beraber Abdal Murat, Duğlu’ya takıldı; ineklerin, aldıkları işarete ittiba ederek aşağı doğru koşmaya başlamaları üzerine:
“Duğlu!” dedi. “Ahu Baba şu kerameti görse imrenirdi. Dağ sığırını adam etmiş bırakmışsın.”
Duğlu, ciddi bir lisanla cevap verdi:
“Sığırı adama çevirmekten ne çıkar! Kendim adam olmalıyım. Hâlâ nefsimi körletemedim. Aş kokusu alınca burnum uzuyor, eli ayağı düzgün bir nesne görsem gözüm ışılıyor!”
“Ya Ahu nicedir, acep ermiş midir yoksa o da senin gibi ham mıdır?”
“İçyüzünü Allah bilir ama mertebesi ali görünür.”
Abdal Murat da ciddileşti. Kendini bilmezlerin rakip sandığı şu iki ibadet ve feragat ehli adamdan birinin diğeri hakkındaki hüsnü şehadetinden duygulandı. Akça Koca’ya dönerek:
“Abdallar da…” dedi. “Alplar gibidir. Doğru görür, doğru duyar ve doğru söylerler. Yüreklerine ne toz konar ne kir bulaşır. İşte Duğlu kardeş de böyle. Hak önünde irkilmez, çekinmez, düşünmez, hemen boyun kırar.”
Ne Akça Koca ne arkadaşları, şimdiye kadar böyle bir tahlili nefse, tahlili ahlakiye lüzum görmemişlerdi: Abdal Murat’ın şu sözleri üzerine gayriihtiyari bir düşünce geçirmeye başlamışlardı. Evet; onlar da dedeleri, babaları ve bütün Türk muharipleri gibi kendilerinden yüksekleri, kendilerinden kuvvetli olanları kıskanmamışlar, doğruluktan zerre kadar inhiraf etmemişler, yalan söylememişler, hiçbir yerde ve hiçbir sebeple ikiyüzlülük göstermemişlerdi.
Hâlbuki içine düştükleri yeni muhit, sık sık temas ettikleri halk, baştan başa kötüydü. Bu kanı bozuk halkın küçükleri, kendilerinden büyük olanların küçülmesine, zelil olmasına çalışıyorlar, büyükler de СКАЧАТЬ
2
Kurultay malumdur. Şölen, umumi ziyafet demektir. Millî mahiyetteki büyük av merasimine “sığır”, matemli toplanmalara “yuğ” derlerdi.