Birdenbire katırlarımızdan birinin ön ayakları dizlerine kadar çamura batıyor. Hayvan yüküyle beraber yuvarlanıyor. O vakit bir sürü göçebe delikanlılar, siyah libaslarıyla ölen bir hayvan üzerine üşüşen kargalar gibi haykırarak atılıyorlar. Lakin bu bize yardım etmek içindir, hemen maharetle bağları çözüyorlar, düşmüş hayvanı yükünden kurtarıyorlar ve ayağa kaldırıyorlar. Ben bu adamlara büyük teşekkürler ettim ve gümüş paralar dağıttım. Almak istemiyorlardı. Kibirlerine dokunuyordu. Bunların fena ve yolda tehlikeli adamlar olduğunu kim iddia ediyordu?
Yeşil ve rutubetli ovanın nihayetine vardığımız vakit gece olmuştur. Burası geniş ve eğri bir kaya duvarının eteğinde idi. Orada kaynayarak bir dere akıyordu. Bunu geçmek için hayvanlarımız göğüslerine kadar suya girdiler.
Karşıda ufak bir köy, ağaçlı dağın tam altına sıkışmış idi. Köy taştandı ve mazgallı kulesi vardı. Bu müthiş kayaların altında birdenbire o kadar karanlık bastı ki eğer kırmızı renkte sevinç ateşleri, evleri, cami ve duvarları aydınlatmasaydı, hiçbir şey görmek kabil olmayacaktı. Bu ateşlerin etrafında kaval ve darbuka çalınıyor ve kadınların keskin sesleri de duyuluyor. Bir düğün vardı, büyük bir düğün…
Burada muhafızımızı değiştiriyoruz. Myan Kotal kartal yuvasından bizimle beraber gelen üç silâhlı çobanı bırakıp düğün halkından üç kişi aldık ki bunlar ata bininceye kadar hayli güçlük gösterdiler. Hareket ettiğimiz vakit büsbütün gece olmuştu. Karanlık bir orman içinde hiç olmazsa dört saatlik yolumuz var.
İşte soğuk, hakiki soğuk ki bunu evvelden düşünmemiştik ve hafif libaslarımızın altında ızdırap çekmeye başlıyoruz.
Yeni muhafızlarımızdan ikisi karanlıktan istifade ederek atlarını çeviriyor ve kayboluyorlar; bir tanesi bizimle kalıyor ve yanımda yürüyor. Şüphesiz konak yerine kadar beraber gelecektir. Bu orman korkunç ve haydut yatağıdır, adamlarımız konuşmuyor ve sık sık arkalarına bakıyorlar.
Cılız ve bükük ihtiyar ağaçlar, bu saat kapkara şekilleriyle kayalar arasında garip surette toplanıyorlar; yıldızların hafif ziyasında kül rengi toprakta beyazımsı belirsiz yolları takip ediyoruz: Bazı ağaçsız kötü yerler var ki ormanın içine tekrar girmeyi daha korkulu yapıyor; çukurlar, hendekler dolu. Çıkılıyor, iniliyor; her taraf saklanmaya ve tuzaklar kurmaya müsait…
Saat onda bir bekleme: Bize mensup olmayan süvariler arkamızdan koşuyor ve bizi takip ediyorlarmış gibi yaklaşıyorlar. Duruyoruz ve silaha davranıyoruz. Sonra sesten tanışıyoruz. Bunlar dün akşam bizi refakatlerine alan aynı yolcular. Bütün gün niçin kaybolmuşlardı ve şimdi nereden çıkıyorlardı? Bununla beraber dünkü gibi birlikte seyahat etmeyi kabul ediyoruz.
Gece yarısına doğru ormandan çıkıyor ve bir kıra giriyoruz ki ucu bucağı görünmüyor; şiddetli bir kış rüzgârı esiyor. Toprak üzerine yayılmış pek beyaz şeyler var: Masa taşları mı, kefen bezleri mi, nedir?
“Aa, kar, her tarafta kar parçaları!”
Nihayet Asya’nın o yüksek yaylaları üzerindeyiz ki yedi günden beri oraya doğru çıkıyorduk; bu geniş araziyi ipekten siyah bir örtü manzarası alan gök ile komşuluk ediyor gibi görüyoruz ve gittikçe büyükleşen yıldızlar sanki bizimle kendi aralarına pek hafif ve pek şeffaf bir şey bile giremezmiş gibi ışıksız denebilecek surette parlıyor.
Ayaklarımızın; ellerimizin ucu donmuş; bizde evvelki gecelerin bütün birikmiş yorgunluğu var; yenilmeyen bir uyku ile uyuşmuşuz; hareketimizden beri birinci defa olarak hakiki bir ızdırap hissediyoruz; her an, dizginler sertleşmiş ve istemediğimiz hâlde açılan parmaklarımızdan kaçıyorlar. Sanki bunlar ölü parmaklarıdır.
Sabahın saat biri… Uyuşmuş ve donmuş olmakla beraber at üzerinde uyuyorduk sanıyorum, çünkü pek yakın ve önümüzde duran kervansarayı görmemiştik. Duvarları mazgallı sağlam bir kale ki bu düz ve çıplak tenhalığın ortasında yalnız başına kurulmuş gayet geniş ve hayali bir şey hissi veriyor; etrafta dikilmiş büyük taşlara benzeyen yüzlerce koyu renkte şekiller görünüyor. Lakin bunlardan belirsiz bir teneffüs gürültüsü ve bir hayat kokusu duyuluyor. Bunlar yatmış develer ve bekçi deveciler ki yorganlara sarılıp sayısız eşya denkleri arasında uyuyorlar.
Bu sağlam kervansarayın eteğinde iki üç kervan yolu karşılaşıyor; burada daimi bir gelme gitme hareketi varmış. Şüphesiz içerisi tamamen dolu olacak. Maamafih demir kakılı kapıların ağır tokmağını çaldığımız vakit kapıyı açtılar. Bir avluya giriyoruz, orada yenilgiden sonra bir muharebe meydanındaki gibi insanlarla hayvanlar karmakarışık yatıyorlar ve bizim uykuya düşmemiz dünkünden daha çabuk oluyor. Kerpiçten yapılmış bir hücrenin nihayetinde pisliklerin ve belki de bitlerin vücuduna ehemmiyet vermeyerek, hiçbir şeye bakmadan uzanıp kalıyoruz.
Sabahın saat dokuz güneşinde kervanbaşımla beraber kalede çölün kemerleri altında bir meclis aktediyoruz. İkimizin arasında münakaşa bitmiştir. Tamamen iyi dostuz. O bana biraz duman takdim etmeden kaytanını asla yakmaz. Avluda dün akşamki aynı sıkışıklık… Katırlar yatmış, katırcılar ayakta, hep birbirine benzeyen, daima sincabı yünden beyaz-siyah ve beyaz çizgili heybeler ki yolların toprağı onlara kırmızımsı bir renk atmış. Heyeti mecmuası kirli bir renk arz ediyor. Lakin şurada burada pek güzel birkaç seccade adi bir şey gibi birtakım tütün içen lakayıt adamların altına serilmiş…
Abbas ile müzakeremiz neticesi, Şiraz’a kadar on veya on iki fersahlık yolu katetmek için bu Khanı-Simiane kalesini güpegündüz terk etmeye karar verdik. Hava serin, güneş aşağıdaki kadar öldürücü değil. Ben de gece yolculuğundan artık bıktım.
Bundan dolayı öğle kaytanından sonra kervan hazırlanıyor; mazgallı büyük duvarlardan çıktığımız vakit saat daha ikiye gelmemişti. Masmavi bir gök altında ve pek kuvvetli bir aydınlık içinde çetin tenhalık gene çorak ve mağmum bir hâlde yayılıyor. Şurada burada bazı kar safhaları toprak üzerine uzanmış beyaz yapraklara benziyor. Havada bir kartal duruyor. Güneş yakıyor ve rüzgâr donduruyor. Tahminen üç bin metre yükseklikte bulunuyoruz.
Arazinin bir dönümünde yabani bir köyceğiz var. Yüksek yaylaları silip süpüren boraların dehşetiyle toprakta parçalanmış kayaların akşamından inşa edilmiş on kadar alçak kulübe… Etrafta birkaç söğüt ağacı, ancak birkaç yaprağı var, cılız ve rüzgârla yatmış. Ondan sonra ve nihayete kadar bu aydınlık sahrada bir şey, hiçbir şey yok.
Nihayet akşama doğru Şiraz’a varacağız. Yolda hissedilmeyecek kadar hafif bayırlardan rahatça iniyoruz.
Güneş etrafımızı ziyaya gark ediyor. Karlar azar azar kayboluyor ve saatten saate havanın ısındığını hissediyoruz. Canlı hiçbir şeye tesadüf etmiyoruz; yalnız kervan yolu üzerine konmuş büyük ve tüysüz yırtıcı kuşlar var ki yorgunluktan düşüp yolda kalan hayvanları gözlüyorlar. Biz yaklaşınca onlar ürküp СКАЧАТЬ