Onun şairlerle diz dize gelip ve kafayı tütsüleyip mey diye, mahbup diye bangır bangır bağırmasından, sabahlara kadar saz çaldırıp köçek oynatmasından hiç de hoşnut değildi. Beyazıt’ın fazla afyon kullanmakla beraber, çok dindar olduğunu biliyordu. Onun en büyük zevki din kitapları okumak, müneccimlik yapmak, elmas tıraş etmekti. Gerçi kadınlardan hoşlanırdı, fakat Cem gibi her güzele gönül vermezdi, haftanın yedi gecesini halvetlerde geçirmezdi.
Bütün bunlar Yakup Bey’i hissen Beyazıt’a meclup61 bulunduruyordu. Lakin Cem’in yanında bu düşüncelerini, bu duygularını açığa vuramazdı, kafasının koparılmasından korkardı. Uhdesine verilen kumandanlığı da aynı korku ile reddedememişti. Fakat büyük bir azap içinde kıvranıyordu, için için ızdırap çekiyordu.
Lala Bey’in elemini ziyadeleştiren bir sebep de bütün ordu arasında kendine uygun bir kafa bulamayışı idi. Herkes Cem’i pohpohluyor, Cem’i alkışlıyor, Cem’i haksızlığa sevk ediyordu. Yanlış bir istikameti kabul etmekte ittifak eden bu kalabalık içinde kendisi, pek bikesti.62
Çok defa atının başını başka taraflara çevirip savuşmayı, haksız bir teşebbüsün başında bulunmak acılığından nefsini kurtarmayı düşünüyordu. Fakat bu kaçışına korkaklık manası verilmesinden çekinerek yine vazife başında, endişeleri arasında kalıyordu. Bu adam, dertleşecek tek bir adam bulsa sıkıntısı biraz azalacaktı, lakin bu bahtiyarlığa eremiyordu.
Ordu, bir tenezzüh63 alayı gibi gülerek, eğlenerek ilerliyordu. Tek bir köy, tek bir kasaba ve tek bir şehir, Cem’in padişahlık hakkını inkâra kalkışmıyordu, hep bu hakkı kabul etmiş görünerek vergilerini veriyorlar, dualarını okuyorlar, hatta orduya asker de katıyorlardı. Bu, Yakup Bey’in büsbütün sinirlerini bozuyordu, içini bulandırıyordu.
Nihayet Bursa’ya yaklaşıldı. İki üç gün sonra yeşil şehir görünecekti ve Sultan Cem, bir payitaht sahibi olacaktı. Ordu, zahmetsizce elde edilmiş görünen bu parlak neticenin zevkiyle şenlik yapıyordu, gülüp oynuyordu, Cem de Bursa’nın ne suretle tesellüm edileceğini, orada neler yapılacağını kararlaştırmak üzere bir meclis toplamıştı. Lala ve kumandan sıfatıyla ilk söz, Yakup Bey’indi. Cem, ona hitap ederek sormuştu:
“Lala Bey, Bursa’ya yaklaştık. Uludağ bize bakıyor ve bizi selamlıyor. Şehrin kapılarını açacağına şüphe yoksa da şayet karşı koymak isterlerse tedbirin nedir?”
“Açılmayan kapı kırılır!”
“Demek hücum edeceğiz?”
“Dönecek değiliz ya, elbet saldıracağız.”
“Bursa Kalesi sağlamdır, kolayca düşer mi?”
“Orası ordunun gayretine bağlı. Yerinde ölmeyi bilen askerin düşüremeyeceği kale yoktur.”
“Bu gayreti bizim ordudan umuyor musun?”
“Orasını defterdar beye sormalı.”
Lala Yakup Bey, yeniçeriler gibi askerî ruh taşımayan bu derme çatma ordunun ancak bol bahşiş ve bol ikramla gayrete gelebileceğini ima ediyordu. Lakin Cem, bu fikri beğenmedi, fedakârlığı para ile satın alınabilecek bir orduya sahip gibi gösterilmekten bir nevi küçüklük tevehhüm etti, yüzünü ekşiterek şu sözleri söyledi:
“Beni seven, ardıma düşüp can pazarına gelen erlere, savaştan evvel para dağıtmak çirkin olur. Ben bahşişimi kelle getiren yiğitlere veririm.”
Yakup Bey, biraz müstehzi cevap verdi:
“Kelle getirmeye gidenler, kellelerinin de gidebileceğini hesaplarlar. Bu hesabı bozmak için onların kesesini doldurmak gerek…”
Cem, Lala Yakup Bey’i hoş tutması için anasının verdiği nasihati hatırladı ve gevşeyen sinirlerini bu tahatturla64 düzelterek Gedik Nasuh’a döndü:
“Sen ne dersin, Nasuh Bey… Şimdiden askere para dağıtmak doğru mu?”
“İlkin iş, sonra bahşiş!”
“Sen ne düşünüyorsun Süleyman Bey?”
Frenk Süleyman diye anılan bu dönme adam, yediği ekmeğin şükranını çiğnemeyen temiz yaradılışlı insanlardandı, Cem’e candan bağlıydı. Paranın, ürkekleri de cesur edeceğine kanaati vardı, tereddütsüz Yakup Bey’e hak verdi, onun mülahazasını tekrarladı:
“Bir akçe bazen bir kılıç olur. Askerlerinizi bu silahla da kuvvetlendiriniz!”
Fakat ekseriyet Gedik Nasuh’un fikrine iştirak etti, bu suretle de herhangi bir muharebeden evvel askere para dağıtılmaması, dil65 ve baş getirenlere bahşiş verilmekle iktifa edilmesi kararlaştırıldı.
Lala Yakup, fikrinin kabul edilmemesinden dolayı kızmış ve kırılmış değildi. Hatta için için memnun oluyordu. Çünkü askerin şevksiz kalmasını emeline, henüz bir şekil veremediği o müphem emeline uygun buluyordu.
Evet, Aştin oğlu Lala Yakup Bey, kendi duygularını bir türlü tahlil edemiyordu, düşüncelerine muayyen bir istikamet veremiyordu. Fakat tahteşşuurunda66 daimî bir kargaşalık vardı, saltanat için kavgaya çıkan iki kardeş yüzünden binlerce ve binlerce Türk’ün ölüme sürüklenmesi -dille söylenemeyen bir dert gibi- ruhunu yakıp kavuruyordu.
Cem de memnundu, meclis kararının kendi haysiyetini korumuş olduğuna zahipti. Frenk Süleyman’ın reyini suya düşürdüğünden dolayı da ayrıca haz alıyordu. Anası, bu adama emniyet etmemesini, sözüne kıymet vermemesini söylememiş miydi? Cem, bu ana öğüdünü hatırlayarak Frenk Süleyman’ın reyi hilafına harekette isabet görüyordu. Zaten ekseriyet de kendisiyle beraberdi. Sadık bir itaatle “İlkin iş, sonra bahşiş!” diyorlardı. Bu sebeple neşeli neşeli müzakereye nihayet verdi.
“Yarın…” dedi. “Yürüyüşe devam edelim, Bursa’ya varalım. Hürmet görürsek ikram ederiz, karşı konulursa şehri yıkarız. Şimdilik dağılalım…”
Meclise iştirak edenlerin yer öpüp çıkmalarını müteakip bir köleye emir verdi:
“Dimitriyos’u çağırın!”
Ve köle çıkarken ilave etti:
“Çift СКАЧАТЬ
60
Tarassut: Gözleme, gözetleme, dikkatle bakma. (e.n.)
61
Meclup: Tutkun. (e.n.)
62
Bikes: Kimsesiz. (e.n.)
63
Tenezzüh: Gezinti. (e.n.)
64
Tahattur: Hatırlama. (e.n.)
65
Dil: Tutsak, esir. (e.n.)
66
Tahteşşuur: Bilinçaltı. (e.n.)