Cem, bütün münakaşa müddetince ağır davranmış, bahse karışmamış, kendini kardeşine tercih ettirecek sebeplerin meclis tarafından bulunmasını beklemişti. Fikirlerin dağınıklığını görünce canı sıkıldı, bahse hiç karışmamış olan Dimitriyos Sofyan’a döndü.
“Son sözü…” dedi. “Bari sen söyle. Bizim beyler sade kelime geveliyorlar, atı alanın Üsküdar’ı geçmesini bekliyorlar.”
Zeki Rum, üç kere yer öptükten sonra ortaya bambaşka bir fikir attı.
“Amasya valisi hazretleri…” dedi. “Filvaki şevketlu efendimizin biraderidir. Lakin rahmetli hünkârın şehzadeliğinde dünyaya gelmiştir. Hâlbuki efendimiz, cennetmekân pederiniz padişah iken dünyayı şereflendirdiniz. Demek ki biraderiniz, şehzade oğludur; cenabınız padişah oğlusunuz. Saltanat için en büyük hak, efendimize buradan geliyor! Babanızın kanunnamede sizin isminizi anması, sizden bir vâris gibi bahsetmesi de bundandır.”49
Cem, bu fikri beğendi ve onun beğenmesiyle diğerleri de susmak mecburiyetine düştü, münakaşa kapandı, bu esasa müstenit bir beyanname kaleme alması Şair Şahidî’ye havale edildi. Eli kalem tutan her saraylı, bu beyannameden beşer, onar tane istinsah edeceklerdi,50 ulaklar da onları bütün Anadolu’ya dağıtacaklardı. Aynı zamanda Konya sokaklarında davullar, zurnalar çaldırılıyordu. Tellallar, o gürültülü nağmelere kapılıp sokaklarda kümelenen halka, “Fatih’in ölümünü ve Sultan Cem Hazretleri’nin tahta çıktığını” müjdeliyorlardı!
Evvelce de işaret etmiştik; Cem’i bütün Karaman vilayeti halkı severdi, padişahlığını candan dilerdi. Onun nezaketi, cömertliği, güzelliği, gençliği halkın yüreğini kazanan birer amil olmakla beraber bilhassa pehlivanlığı, silahşorluğu herkesin hayraniyetini mucip oluyordu. Şehzadenin, Selçuki Sultanı Alaettin tarafından Konya’da, Larende’de -birer pehlivanlık abidesi olmak üzere- yadigâr bıraktığı ağır gürzleri birer çocuk oyuncağı gibi başının üzerinde fırıl fırıl çevirdiğini görenler, derin bir haz içinde “Barekallah!” diye bağırır ve “Bize böyle bir padişah gerek!” deyip içlerini çekerlerdi. Genç prens, birkaç asrın pehlivanlarını imrendiren o tarihî gürzlere birçok ağır halkalar ilave ettirerek pazısındaki kudreti çelik bir lisanla gelecek nesillere hikâye ettirmek inceliğini de göstermişti.
Cem, uzun boyluydu. Gözleri mavi ve şehla idi. Kalın kaşları burun köküne kadar çatıktı. Ağzı küçük, dudakları kalındı. Burun şahinvari, çenesi ufaktı. Kafası büyük, kulakları küçük, vücudu dolgundu. Kolları, kalçaları, bacakları gayet mütenasipti. Son derece çevik, her türlü meşakkate mütehammil idi. Sıcağa, soğuğa, açlığa dayanırdı. Vücudunu sıcak su ile yıkadıktan sonra soğuk suya dalmak âdetiydi, mükemmel yüzerdi.51
Karaman halkı, onun muhteşem endamına, emsalsiz kuvvetine hayran olduğu gibi bu hususiyetlerini de bilir ve takdir ederdi. Gönüllerde o derece yer tutmuştu ki, kadınlara ve çocuklara kadar herkes, onun çok yemek yediğini, iştahının daima ateşli bulunduğunu, yemekleri çiğnemeden yutan bir obur olduğunu, kızartma eti sevip haşlamadan hoşlanmadığını; kavuna, üzüme, armuda bayıldığını, suyu şeker koyduktan sonra içtiğini, şarabı kokular karıştırarak kullandığını, çok terlediğini bilirlerdi. Dudaklarını ekseriya sol tarafa bükerek dişlerini gösterdiği, sol gözünün kapağını sık sık indirip kaldırdığı da malumdu. Genç kızlar, aralarında şakalaşırken dişlerini parlatarak, gözlerini oynatarak onun taklidini yaparlar ve “şehzadeye benzeyip benzemediklerini” birbirlerine sorarlardı.
İşte bu umumi alaka, çaldırılan davul seslerini bir ezan gibi müessir kıldı ve binlerce halkı, mabede müteveccih adımların hararetiyle, Cem’in sarayına koşturdu.
Saltanatın büyük evlada geçeceğini bildikleri hâlde Karaman eyaleti halkının Cem’e -tereddütsüz ve teemmülsüz-52 iltihak etmelerinde, onun bayrağı altına koşarak canlarını fedaya hazırlanmalarında ruhi bir kırgınlığın da tesiri vardı. Karamanlılar, Fatih tarafından mağlup edilerek umumi ve hususi şekillerde cezalandırılmış olmayı, kendi hükümdar ailelerinin yine onun eliyle nekbete53 uğratılmasını affedemiyorlardı. Menkup54 ve matrut55 ailenin ikbalini iade etmeye imkân yoktu. Bu imkânsızlığı telafi etmek ve Fatih’ten öç almak için onun iki oğlu arasında bir kanlı uçurum yaratmak istiyorlardı.
Fatih’e düşman ve Cem’e dost olmak, tuhaf bir hâlettir. Fakat beşer kütlelerinin şuursuz feveranlarında ekseriya bu tuhaflık görülür. Zaten her harp de aşağı yukarı bir sürü tezatların tesiridir ve yaşamak için ölmeye razı olmak, harbin en iyi tarifidir. Bununla beraber tarih, Beyazıt’a karşı Cem’i iltizam eden Karaman halkının şu hareketinde, Osmanoğulları’na ısınamayan büyük bir zümrenin, mahrem isyanını da sezer. Daha sonraki yıllarda Anadolu’nun muhtelif vesilelerle yaptığı kıyamların hakiki sebebi de budur.
Her neyse; Cem, umduğundan fazla taraftar bulmuştu, nispeten kısa bir zaman içinde büyücek bir ordu kurmuştu. Bu hazırlıklar sırasında İstanbul’dan da haberler alınmıştı. Beyazıt’ın dört bin süvari ile sekiz günde Amasya’dan İstanbul’a geldiği, yeniçeriler tarafından alkışlandığı, tahta çıkıp bahşişler dağıttığı öğrenilmişti.
Bu haberler, Cem için ayrı ayrı muvaffakiyetsizlikler teşkil ediyordu. Çünkü kardeşinin İstanbul’a girmesi, ordu ile anlaşması, kendisini “saltanat davacısı” mevkisine düşürüyordu. Eğer erken davranıp İstanbul’a Beyazıt’tan evvel girebilmiş olsaydı, padişahlık kendisinde, saltanat davacılığı sıfatı kardeşinde kalacaktı. Vaziyet, şimdi tersti, bu da hayra yorulamayacak kadar ağırdı.
Bununla beraber Cem, yeise düşmedi, sükûn içinde ayak atamadığı şehre cebren girmeye karar verdi, kardeşi tarafından işgal olunan tahtı zorla almayı tasarladı ve ordusuna ileri yürümek emrini verdi.
Anasını, karılarını, çocuklarını Konya’da bırakıyordu. Bahtı yâr olup da payitahtı ele geçirirse onları debdebeli alaylarla yanına getirtecekti. Bunu kendilerine de anlattı, her biriyle veda ettikten sonra İren’in odasına yollandı. Aşkı ve hüsnünün ateşi, kan küreyveleri gibi damarlarında dolaşan bu kadınla daha samimi ve daha mahrem surette vedalaşmak istiyordu.
Üstünde yol kıyafeti vardı, zırh giymişti ve birçok silah takınmıştı. Lakin yüreği helecan içindeydi, İren’in vereceği zevkleri düşünüyordu. Dudaklarında binbir iştiha, gözünde dumanlı bir sahne yaşatarak sessiz adımlarla odaya girmişti. Yumuşak gümüşten bir çemberin açılacağını, kendisini müsekkir bir tazyik ile yıkacağını umuyordu ve o tazyikin sarhoşluğunu şimdiden duyarak sendeliyordu.
Fakat odaya girer СКАЧАТЬ
48
Burhan: Delil, kanıt. (e.n.)
49
Filhakika Fatih, meşhur olan kanunnamesinde, şu fıkra ile Cem’i yâd etmiştir:
“Oğlum Şehzade edamellahi ömrühuya hüküm yazılmak lazım gelse böyle yazıla: Ferzendi ercümendı es’adü emcet, varisi mülkü Süleymanî, nuru hadakai sultanî, tacı rüusüsselatin, şahibül’izzü vettemkin oğlum Sultan Cem.” (y.n.)
50
İstinsah etmek: Bir şeye bakarak aynısını yazmak, kopya ederek örnek çıkarmak. (e.n.)
51
Cem’in şeklini şemailini bu suretle tarif eden, Kudüs Aziz Yahya tarikatı kançılar muavini olup Cem’i Rodos’ta görmüş ve onun tarihini yazmış olan Kaorsen’dir. Bizim Kâtip Çelebi’nin “Kürt beylerinden” diye gösterdiği Şükrü nam şairin yazdığı manzum “Selimname”de Cem’in “kumral saçlı, kumral sakallı ve kumral kaşlı” olduğu yazılıdır. (y.n.)
52
Teemmül: Düşünme. (e.n.)
53
Nekbet: Şanssızlık, talihsizlik. (e.n.)
54
Menkup: Bahtsızlığa uğramış, talihsiz, düşkün. (e.n.)
55
Matrut: Kovulmuş, çıkarılmış, kovuntu. (e.n.)