Cem, anasıyla yan yana oturdukları minderin üzerinde bu mülahazayı geçirirken Çiçek Hatun sordu:
“Aslanım, niçin bu vakte kadar oturdun? Sana yazık değil mi?”
Cem, gülümsemeye çalıştı ve anasının yumuşak ellerini hürmetle öperek cevap verdi:
“Ben erkeğim, uykusuzluğa dayanırım. Siz kadınsınız, naziksiniz. Öyleyken uyumuyorsunuz. Sitem caizse ben yapmalıyım!..”
“Beni uykusuz bırakan sensin! Sen uyumalısın ki ben de uyuyabileyim…”
“Doğru değil valide, hiç doğru değil. Bana uyarsanız çabuk solarsınız. Bundan sonra böyle yapmayın. Hem kendiniz üzülmeyin hem beni üzmeyin.”
“Peki aslanım, peki… Bir daha beklemem, uyurum. Tek sen üzülme!..”
Cem, dalgınlaştı. Matemli müjdeyi nasıl vereceğini düşürüyordu. Çiçek Hatun, şu vakitsiz ziyaretin mühim bir sebebe müstenit olduğunu zaten anlamıştı.
Oğlunun düşünceye daldığını görünce o sebebin kendi tahmininden de büyük olduğunu sezdi, meraka kapıldı, şehzadeyi söyletmeye savaştı:
“Düşünüyorsun aslanım, nen var?”
Cem, başını kaldırdı, annesinin ihtiyarlamayan yıldızlara benzeyen parlak gözlerine baktı.
“Bilmem neden…” dedi. “Hatırıma kardeşim Mustafa Sultan44 için söylenen mersiye geldi, yüreğim üzüldü.”
“Allah o yattıkça sana ömür versin. Şimdi öyle şeyler hatırlamakta ne mana var?..”
“Ben hatırlamadım, kendiliğinden zihnime geldi!”
“Zihin senin değil mi? Tatsız düşüncelere yer verme, iyi şeyler düşün!..”
Cem, birdenbire ayağa kalktı, anasını da -ellerinden tutarak- birlikte kaldırdı.
“Dinle…” dedi. “Dinle! O mersiyeyi dinle!”
Ve Çiçek Hatun’un hayretli bakışları arasında okudu:
Dolab-ı çarh döktüğü seyl-i fena imiş,
Bağ-ı zemane dopdolu har-i cefa imiş,
Ahır kefen değil mi, tutayın ki bezminin:
Cam-ı tıraz-ı camına iş-ü safa imiş,
Ol şeh kani ki saye salam derdi âleme,
Kanmadan uçtu, bilmedik ol hod humâ imiş.
Çeşm-i ümidi toprağa girdi yer ehlinin;
Ah-ü huruşu göklere çıksa reva imiş!
Sesi, kelimelerle beraber ağlıyordu, bitirir bitirmez de annesini kucakladı, haykırdı:
“Bunları kardeşim için yazdılar. Şimdi babam için okuyorlar!..”
Çiçek Hatun’un gözleri irileşti, rengi sarardı, dudakları titredi, dişlerinde bir inilti belirdi:
“Baban için mi, baban için mi?”
“Evet anne, babam için. Çünkü o, artık yaşamıyor!”
Kadın iki elleriyle saçlarını yakaladı, o ipek yığınını koparıp dağıtmak ister gibi bir hareket yaptı, sonra ellerini başından indirerek birleştirdi, parmaklarını kırarcasına sıktı, müteakiben mindere atıldı, dirseklerini dizlerine dayadı. Başını avuçlarının içine aldı, sessizce ağlamaya koyuldu.
Cem, kolları göğsünde, anasına bakıyordu. İşte matemli müjdeyi söylemişti. Artık işin sonunu getirmek lazımdı. Şu akan yaşlar, padişah karılığından ayrılmak felaketini karşılamak için dökülüyordu ve hakiki dulluk hayatının temelini kuruyordu. Biraz sonra aynı çehrede valide sultanlığın tebessümleri dolaşacaktı.
Genç prens, anasının ağlamasına iki üç dakika kadar müsaade edebildi. Daha fazla dayanamadı. Avrupa saraylarında olduğu gibi o da kendi sarayında ve babasının ölümü haberi karşısında “Kral öldü, yaşasın kral!” diye bağırılmasını istiyordu. Dul annesinin matemini gurup eden güneşe yollayıp şen gözlü valide sultanın yeni doğan güneşe bakmasını diliyordu.
Bu duygu ve bu düşünceyle yavaşça sokuldu, ellerini genç dulun omuzlarına koydu.
“Anne…” dedi. “Babam öldü. Fakat ben yaşıyorum!”
Çiçek Hatun yaş dolu gözlerini kaldırdı, evlat gibi değil, padişah gibi konuşan oğluna uzun uzun baktı ve son hıçkırığını dökerek mırıldandı:
“Allah benim ömrümü alsın, sana versin oğlum!”
“Peki ama ağlıyorsun, yüreğimi dağlıyorsun. Hâlbuki ben buraya seninle görüşmeye geldim. Valide sultanların vazifesi alelade kadınlar gibi ağlamak değil, oğullarına kuvvet vermektir. Gözünü sil, başını doğrult, bana tahta giden yolu göster!..”
Çiçek Hatun, mezara düşen taç için döktüğü gözyaşını kâfi gördü, giyilecek taç için harekete geçmek lazım geldiğini anladı, verilen haberin matemli cephesini silerek müjde tarafını göz önüne getirdi, oğlunu yanına oturttu.
“Hakkın var aslanım…” dedi. “Benim borcum kocamı değil, oğlumu düşünmektir. Şüphe yok ki şimdi pasaklı Gülbahar45 da öyle yapıyor, oğlu için çalışıyor.”
Fakat büyük adı, bütün küreyi kaplayan bir kocanın ölümü önünde birdenbire kayıtsız kalmayı, oğlunun arzusuyla da olsa hoş göremediğinden hem vicdanını avutmak hem Cem’i bu çirkin vaziyetin lekesinden korumak için eski hatıralardan yardım aramak ıztırarında kaldı, şu sözleri söyledi:
“Kumamı (ortağımı demek) anınca ömrümün en büyük acısını hatırladım. O acı, şimdi duyduğum acıdan da büyüktür. Çünkü beni senden ayıracak bir hadiseden doğmuştur. Mademki taht için kavgaya hazırlanıyoruz, kinlerimizi de silahlandırmalıyız. İşte ben sana şu sayılı günde en büyük kinimi söylüyorum. Kulağını aç, öcümü almayı kendine borç bil!”
Biraz durdu, gözlerini intikam iştiyakıyla parlatarak anlattı:
“Seni doğurduğum gün ben gülüyordum, Gülbahar Hatun için için ağlıyordu. Çünkü seni kendi oğluna rakip görüyordu. O sırada baban geldi. Bir harp kaybetmiş gibi kızgındı, tahtından atılmış gibi azgındı. Ne selam verdi ne hatır sordu. Hatta yüzüme bile bakmadı, doğru beşiğe yanaştı, seni aldı, СКАЧАТЬ
44
Mustafa Sultan, Fatih’in büyük oğlu idi, Karaman valisi iken 1474’te öldü. Bazı tarihçiler, bu şehzadenin Gedik Ahmet Paşa’nın karısına, göz koymasından dolayı Fatih tarafından verilen emir üzerine tesmim edildiğini yazarlar. Cem, onun vefatından sonra Karaman’a vali tayin olunarak Konya’ya gelmişti. (y.n.)
45
Gülbahar Hatun da Fatih’in haremlerindendir. Beyazıt’ın anasıdır. (y.n.)