Acayib-i Âlem. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Acayib-i Âlem - Ахмет Мидхат страница 6

Название: Acayib-i Âlem

Автор: Ахмет Мидхат

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-10-5

isbn:

СКАЧАТЬ balon meselesini Hicabi bilerek söylemişti. Çünkü Şirket-i Hayriye vapurunda Suphi’nin deliliğini eğlence edinenler o araştırmacı bilgenin bir zaman balonlarda seyahati ve hatta kanatlanıp uçmayı dahi merak edinmiş olduğunu söylemiş olduklarından Hicabi Bey bu konuda dahi Suphi’yi biraz söyletmek isterdi.

      Suphi gibi zaten bilimsel meseleleri kendisine dert edinceye kadar merak etmiş bulunan bir zat söylemek için en adi vesileleri bekleyeceğinden bir yandan kahveyi pişirip misafirine takdim etmekle beraber diğer taraftan balon meselesini de yorumlamaya başladı.

      Dedi ki:

      “Balon seyahatinin ehemmiyeti karadan edilecek seyahat derecesine varamaz ise de birkaç defa için yapılması pek mühim, pek lazım bir şey de budur. Balonlar icat oluncaya kadar bulutlardaki elektrik kuvvetine gerektiği kadar kafa yorulmamıştı. Cisimlerin gökyüzünden yere düşüşü hâlinde indikçe hızın arttığına dair olan kanunları da balonlar apaçıklık derecesine çıkarmışlardır. Yeryüzünden yükseldikçe atmosferin sıcaklık ve soğukluk bakımından görülen değişimlerini balonlarla tecrübe etmek zevkli ve pek mühim bir şeydir. Hele yeryüzünde mesela kuzey rüzgârı estiği hâlde biraz yukarıda aksi bir rüzgâr esmesi veyahut yeryüzünde hava sakin iken yukarıda fırtınalar ve boralar olması veya bunun aksine olarak yeryüzünde boralar hüküm sürdüğü hâlde yukarıda havanın sakin olması gibi gariplikleri seyretmek daha ziyade güzeldir. Ya yerin şeklinin küresel olduğunu balon ile gözle görmek az tuhaf, az mühim bir şey midir? Yeryüzü üzerinde insan denizde bile bulunarak hiçbir engele tesadüf etmeyecek olsa uçsuz bucaksız yerden görebileceği mesafe pek sınırlı kalır. Kendisini nispi olarak pek dar bir ufuk ile kuşatılmış bulur. Fakat balon ile yükselmeye başladığı zaman ufuk dairesi de genişlemeye başlayarak nihayet bir yükseklik derecesine varır ki güya yerkürenin dışına çıkmış da oradan seyrediyormuş gibi küreselliği hemen hemen açıkça görmeye başlar. Gerçi bu tecrübeyi henüz hakkıyla icra eden yoksa da mümkün olan derecesi dahi az garip değildir. Bunun için gayet kuvvetli bir dürbün bulunması gerekip yeryüzü o dürbün ile seyredilirse pek çok mesafeler insanın ayakları altında görülür. İşte bu seyirler için balon ile seyahat lazımdır. Yoksa asıl tabiat incelemeleri yeryüzünde, hem de karalarda ve özellikle yaya olarak yapılan seyahatler ile mümkündür.”

      Kahveler içildikten sonra da bahsin arkası bırakılmadı. Hatta yine hazır olan şeylerden bir kuşluk yemeği yenilip o zamana kadar da vakitlerini hep tabiat kanununun incelemelerine ve bunun için dahi seyahatler yapmaya dair sözler ile geçirdiler.

      Bu bahislerden Hicabi Bey o kadar faydalanıyordu ki sabah vapurlarıyla İstanbul’a inmek azminde iken akşamın son vapuruna ancak yetişebildi.

      Hele zihninden asla silinmeyecek derecede zihnine yer etmiş olan söz şu idi:

      “Ona deli diyenler asıl delidir. Dünyada çok akıllı bir adam varsa o da Suphi’dir.”

      Hicabi Beyefendi oldukça servet sahibi bir adam olmakla beraber devletçe memuriyeti de kendisini rahat ve bollukla yaşatabilecek bir derecede idi. Tahsilinin yalnız Doğu bilimlerine özgü olduğunu kendisi dahi itiraf etmiş olup hâlbuki Suphi ile şöyle uzun uzadıya görüştükten sonra bilimin hayret verici şeylerine merakı onu dahi bir derecelerde istila etti ki bu merakı gidermek için mutlaka bir yabancı dil öğrenmeyi lazım ve gerekli saydı.

      O zamanlar ise Prusya ile Avusturya arasındaki Sadowa Savaşı henüz meydana gelmiş olup o zamana kadar Almanya hakkında bizim Osmanlıların bilgisi pek yok iken Almanların yalnız iğneli tüfekler kullanımında pek maharetli adamlar olmayıp bunlardan ne kadar bilgin ve erdemli insan gelmiş olduğuna dair gerekli bilgi yeni yayılmaya başlamıştı. Hicabi Efendi Alman dilinde mevcut olan kütüphanenin diğer dillerin kütüphanelerinden daha fakir değil bilakis daha zengin olduğunu güzelce araştırdıktan sonra kendi kendisine dedi ki:

      “İçimizde Fransız dilini bilenlerimiz pek çoktur. Alman dili ise o kadar yaygın değildir. Haydi ben de şu dili öğrenip hiç olmazsa bununla akranlarım arasında bir sivrileyim.”

      Gerçi Hicabi Efendi artık tahsil zamanını geçirmiş ve yaşı otuza yaklaşmış ise de bu gibi gayretli kimseler için hiçbir şekilde tahsil zamanı geçmiş sayılamayacağından Viyanalı bir doktoru kendisine öğretmen tayin ederek Alman dilini öğrenmeye başladı. Bir dili kolayca öğrenmek için en büyük şart o dili konuşanların içinde yuvarlanmak olduğu için Hicabi Bey de artık Galata ve Beyoğlu’nun birahanelerine devama başladı. Ehl-i işretten değil idiyse de gaz limonatasından başladığı rağbeti yavaş yavaş bira derecesine kadar vardı.

      Bir yandan Alman dilini öğreniyor bir yandan da bilimsel meseleler üzerine eğiliyordu. Bu merakta bir dereceye vardı ki çevrilmiş ve yazılmış Osmanlıca bilimsel ve felsefi eserlerin hepsini tedarik edip okumaktan başka bu cümleden olarak aslı Arnavutluk ahalisinden olup felsefe ve doğa bilimlerindeki yed-i tulası13 bilimseverler nezdinde daima son derece saygıyla öpülmekte bulunan Hoca Tahsin Efendi’den dahi özel olarak dersler almaya başladı.

      Malumdur ki söz konusu hoca, kendi öğrencilerini yalnız düzenli şekilde ders vererek faydalandırmayıp nice bilimsel ve felsefi bahisler ve konuşmalarla dahi zihinlerini genişletir ve basiret gözlerini aydınlatırdı.

      Kısacası gerek dil gerek bilimler bakımından tahsili arttıkça merakı da artarak altı yedi ay zarfında Hicabi Efendi bir dereceyi buldu ki memuriyetini bu tahsil için engel sayarak istifasını verdi ve o zamana kadar yalnız Suphi Bey hakkında verilmekte bulunan delilik hükmü bundan böyle Hicabi Bey hakkında da verilerek zarifler meclislerinde ve mahfillerinde sonu gelmez kahkahalara Hicabi dahi sebep ve sermaye olurdu.

      Gönül ehlinin birbirini bilmemesi ve sevmemesi insaf değilmiş. Hâlbuki Hicabi Efendi daha tabiat sevdası deliliği kendisine geçmemiş olduğu zamanlar dahi Suphi’yi tanımış ve takdir edip sevmekte bulunmuş olduğundan bu defa onunla hemhâl ve hemfikir olunca gidip gelmeyi de artırdı. Haftada birkaç defa mutlaka evine giderek gece yarılarına kadar bilimsel ve felsefi konuşmalarla vakit geçiriyordu. Hatta her zaman Suphi’nin yatağını paylaşmak zahmete yol açtığından Hicabi Bey kendi evinden bir takım yatağı Suphi Bey’in evine aşırmış ve bu şekilde şu zahmet ve külfeti dahi ortadan kaldırmıştı.

      Hicabi ile Suphi arasında yalnız bir fark varsa o da Suphi’nin dünyada hiçbir kimsesinin bulunmamasına karşılık Hicabi’nin zevcesi, iki çocuğu, bir kız kardeşi ve bir de kendisinden küçük biraderi bulunmasından ibaretti. O zamana kadar ailesi halkına sevgisi ve evini refah içinde yaşatmaya gayreti başkaları için dahi uyulması gerek bir örnek olan Hicabi Efendi artık evin idaresini küçük kardeşine bırakarak zamanını ya kırlarda kelebek ve böcek avlamak ve otlar, kökler, çiçekler toplamak veyahut Suphi’nin evinde bilimsel konuşmaları sabahlara kadar uzatmak ile geçirmeye başlayınca buna ailesi haddinden fazla gücenmeye başladığı gibi eşi dostu da onlarla aynı dili konuşarak Suphi’yi ayıplamaya ve kötülemeye koyuldular. “Allah belasını versin, kendisi çıldırmış olduğu gibi bizimkini de çıldırttı!” sözleri bunların diline dolanmıştı. Diğer ayıplayıcı kişiler ise aile halkından daha ileriye vararak o gibi bilimle uğraşan kişilerin âdeta zararlı delilerden olduklarını ve eğer yüce hükûmet bunları tımarhaneye doldurur ise tam isabet etmiş olacağına hükmederlerdi.

      İşte yaz mevsimi bu şekilde geçtiği gibi kış mevsimi geldiği zaman Hicabi Bey hemen hiç de evine barkına uğramaz oldu. Zaten evine gelecek olsa dahi mutlaka Suphi Bey ile beraber gelip zamanlarını yine felsefi konuşmalarla geçirirlerdi. Bu felsefi konuşmalar bitip СКАЧАТЬ



<p>13</p>

“Yed-i tula” kelimesi hem “en uzun el” hem de “geniş nüfuz” manasına gelmektedir.