Название: Turfanda mı Turfa mı?
Автор: Mizancı Mehmed Murad
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-973-8
isbn:
Zehra hiddetinden kıpkırmızı oldu. Maviye yakın irice ela gözleri bir kere parladıktan sonra nemlendi.
Zira Zehra’nın kömür gibi siyah saçları her vakit alay ve sataşmalara hedef olagelmişti. Bu saçları için annesinden de daima azar işitirdi. Çünkü Zehra’nın örüp toplu tutmak gibi bir külfete katlandığı yoktu. Saçı vakit ve zamanıyla yıkanır, temiz tutulurdu. Bunun için Mansur bile bile iftira ediyordu. Fakat saçak gibi daimi surette dökülmüş bulunduğundan, bazen pilici sevmek üzere eğildiği vakit uzunluğu dolayısıyla yerde sürünmesinden, süprüntülerin ilişip yukarı kata çıkarıldığı olurdu.
Bundan sonra Zehra’nın saçlarını annesiyle dadısından başka bir kimse çözük görmedi. Lakin saçı güzelce örülmüş bir hâlde sınıfa gelen Zehra, yine saçı bahanesiyle arkadaşlarının alayına hedef olmuştu.
Zehra’nın artık tahammülü kalmamıştı. Derse devam edemeyeceğini önce annesine, sonra amcasına kesinlikle bildirmiş, sebeplerini söylememiş fakat gerek ricaların, gerek tehditlerin zerre kadar tesiri görülememişti.
Bu suretle üç sene kadar beraber okumuş olan çocuklar ayrılmışlardı. Çünkü her nedense bu işten pişman olan Mansur da, Zehra’nın dersi terk etmesinden birkaç ay sonra tahsile devam etmek üzere amcasından müsaade alarak Fransa’ya gitmişti.
Bugün Beyoğlu Lokantası’nda oturmuş bulunan Mansur Bey, işte bu çocukluk âlemini, en ufak teferruatına varıncaya kadar düşünce süzgecinden geçirdi. Sonunda:
“İsmail Bey geçen sene yazdığı mektupta Zehra’nın da İstanbul’da olduğunu bildirmişti. Bir daha bir şey yazmadı. Acaba hâlâ İstanbul’da mı?” dedi.
Sonra da:
“Acaba hâlâ öyle hırçın, huysuz mudur? Çocukluk hâliyle tahsiline mâni olduğum içim kendimi bir türlü affedemiyorum.”
Zehra bir daha Mansur’un düşüncelerinde yer etmedi.
Şimdi, Fransa’ya gitmezden önce, Cezayir’de amcası Ahmed el-Nasır’ın konağında İstanbul’dan alınan mektubun okunuşunu hatırlıyordu.
Ahmet el-Nasır, konağında, harem dairesinde bulunan kadınların kendisinden kaçmasını istemezdi. Bunun için kardeşlerinin hanımları da şeriata uygun şekilde örtünerek umumi eğlence ve sohbetlere karışırlardı. Böyle bir sohbet esnasındaydı ki, bir gece, Ahmed el-Nasır, İstanbul’daki kardeşi Şeyh Salih Efendi’den henüz aldığı mektubu her nasılsa herkesin önünde okumuştu.
Mektup, Ahmed el-Nasır için İstanbul’a göç etmek lüzumundan bahsediyordu. Yüce hilafet merkezinde din kardeşleri içinde, Allah katında makbul, övünülecek bir hizmetle ömür geçirmek mümkünken, din ve vatan düşmanları içinde yaşamanın mahzurlu olduğu sağlam delillerle ifade ediliyordu. Ahmed el-Nasır’ın Fransa’dan almakta olduğu maaşa esasen ihtiyacı olmadığı, olsa bile o maaşa karşılık Osmanlı devlet hazinesinden maaş tahsis ettirileceği, ayrıca zaten Fransa’nın maaşı kesmeyeceği vesaire hakkında dokunaklı tavsiyeler yazılıydı.
Ahmed el-Nasır bunları hem okur hem de tenkit etmekten geri durmazdı.
Bu tenkitler esnasında, dizine dayanmış olduğu annesinin başından ensesine doğru düşen bir damla su, Mansur’u başını kaldırmaya mecbur etmişti. Mansur büyük bir hayretle annesinin gözlerinde yaş görmüş fakat ufak bir işareti üzerine susmuştu.
Bu durum, geceleyin odalarında annesiyle oğlu arasında bir saat kadar süren bir konuşmaya sebep olmuştu. Mansur bu konuşmadan, Ahmed el-Nasır’ın dindaşlarının gözünde ne kadar itibardan düştüğünü, bundan dolayı mustarip olan Şeyh Salih Efendi’nin, ailenin şöhretini muhafaza etmek için Ahmed’i Cezayir’den kaldırmak istediğini, babası sağ olaydı mutlaka Şeyh Salih Efendi gibi hareket etmiş olacağını, fazla olarak bütün Müslümanların vatanın, yüce hilafet, din ve devlet hizmetinin ne demek olduğunu biraz zihnine yerleştirmişti.
Zaten Mansur, henüz dokuzuna basmışken annesinin ahlarından dolayı daha ne olduğunu tahmin etmeden “İstanbul”a hususi bir muhabbet peyda etmişti. Bu vaka ise o muhabbetin, kalbinde daha ciddi surette yer etmesine sebep olmuştu.
Mansur beraberce İstanbul’a bir gün evvel gitmeye hazır bulunduğunu annesine söylemiş, buna mükâfat olarak annesi de Mansur’un alnı üzerine bir şükran ve iftihar öpücüğü kondurmuştu.
Fakat biçare kadına, İstanbul’u tekrar görmek nasip olmamıştı. Bir hayli müddet Ahmed el-Nasır’a bu hususta istirhamlar etmişken, ondan bir fayda görmeyince kendisinin aldırılmasını yalvararak Şeyh Salih Efendi’ye mektup yazmıştı. Lakin mektubun tesiri görülmezden evvel sıtmadan vefat ederek Mansur’u büsbütün öksüz bırakmıştı.
Annesinin vefatından daha önce, Mansur İstanbul’a göç etmek üzere küçücük zihninde kesin karara varmıştı. Hatta bir akşam amcasının devamlı misafirleri arasında kendisinin en ziyade alışmış olduğu bir yüzbaşı, tahsildeki başarısını kutlayarak, bu yolda devamla Fransa üniversitelerinde tahsilini tamamlayacak olursa, adam olacağını söylediği sırada Mansur düşünmeksizin:
“Ben Fransa’yı istemem. Ben İstanbul’a gideceğim!” demekten kendini alamamıştı.
Yüzbaşı:
“O! Baksanıza! Şimdiden bu kadar taassup ha! (gülerek) Sen bu taassupla kalırsan, demek baban gibi sen de bir gün başımıza bela kesileceksin.”
Ahmed el-Nasır:
“(benzi atmış bir hâlde) Genç asker, siz de çocuğun lafına mı ehemmiyet veriyorsunuz? Bunlar hep annesi bulunan cahil Çerkez’in budalalığı eseridir. Biraz büyüyüp aklı başına gelirse, bu gibi budalalıklara kafada yer kalmayacağı aşikârdır.”
Mansur, böyle bir topluluk içinde annesinin aleyhinde söylenilen bu sözlerden dolayı hırslanıp, onu şiddetle müdafaa etmeye hazırlanmışken, yüzbaşının cevapta acele etmesi yüzünden meydan bulamamıştı.
Yüzbaşı:
“Ben ehemmiyet verdiğimden değil, “küçük beyefendi” benim hoşuma gidiyor da onun için konuşmaya davet etmek istiyorum. (Mansur’a dönerek) Oğlum! İstanbul’a değil, Amerika savanalarına gidecek olsan, yine kültürsüz bir iş göremezsin. Zamanımız maarif zamanıdır. Kültürsüzler için kuru ekmek bile güç bulunacaktır. Sen bir kere tahsilini bitir, adam ol. O vakit dünyanın her bir kapısı senin için açık olur. İşte o vakit İstanbul’da da aç kalmazsın.”
Konuşma burada kesilmişti.
Gece saat bir sularında yatağa girmek üzere bulunan Mansur, amcası tarafından çağrılmış, ağırca azarlanmıştı. Mansur azarlanma altında ezilmeyip:
“Amcacığım! Annem de İstanbul’a gidecek ben de gideceğim. Başka bir yere değil, Salih amcamıza gideceğiz.” demeye cesaret etmişti.
Ahmed el-Nasır:
“(yeniden СКАЧАТЬ