“Peki ya Petroviç?”
“Onu da defettim.”
Babasının bu kadar hızla tayfa değiştirebildiğini görmek pek hoşuna gitmişti Foma’nın. Babasına gülümsedi ve hemen güverteye koştu; yere oturmuş, saplı paçavra yapmak için bir halatın düğümlerini çözmeye uğraşan bir tayfaya yaklaşarak, “Yeni bir kılavuzumuz var artık, biliyor musun?” dedi.
“Biliyorum tabii… Günaydın Foma İnyatiç! İyice uyuyup güzelce dinlendin mi bakalım?”
“Makinist de yeni ama…”
“Makinist de evet… Arıyor musun Petroviç’i?”
“Hayır.”
Bir an durduktan sonra ekledi:
“Hakaret ediyordu babama.”
“Ooo! Babana hakaret mi ediyordu? Yok canım!”
“Ama ben kendi kulaklarımla işittim hakaret ettiğini…”
“Yaa… Öyleyse baban da işitmiştir şüphesiz?”
“Babam işitmedi hayır, ona ben söyledim…”
“Demek sen söyledin…” diye mırıldandı tayfa ağır ağır.
Ve susup işine döndü.
“Babam da bana dedi ki: ‘Burada efendi sensin, istersen hepsini kovabilirsin bunların.’”
Elle tutulur bir kendini beğenmişliğe kapılmış olan çocuğa, karanlık bir bakış attı tayfa:
“Doğrudur…” dedi.
O günden sonra Foma, tayfaların kendisine karşı olan tavrında bir değişiklik sezer gibiydi: Kimisi eskisine göre çok daha yumuşak ve çok daha iltifatlı davranıyordu ona; ötekilerse onunla sanki hiç konuşmak istemiyor, konuşmak zorunda kaldıkları zaman da eskisi gibi neşeyle ve şakalaşarak değil, kırgın ve neredeyse öfkeli bir edayla konuşuyorlardı. Güvertenin yıkanmasını seyretmeye bayılırdı örneğin Foma: Dizlerine kadar sıvanmış pantolonlarıyla tayfalar, ellerinde ip süpürgeler ve saplı paçavralarla oradan oraya hızla koşar, kocaman kovalarla güverteyi sular, birbirlerinin üzerine su atar, güler, haykırır, düşerdi; şelale hâlinde sular kaplardı her bir yeri ve insanların hayat dolu şamatası suların neşeli şırıltısı içinde erirdi. Ve eskiden Foma, bu kolay ve neşeli işte tayfaları rahatsız etmezdi hiç; rahatsızlık vermek bir yana, onlarla birlikte işe koşar, üzerlerine su atar ve kendisine su atmasınlar diye gülerek kaçardı. Ama Petroviçle Yakob’un kovulduğu günden beri, artık insanlara rahatsızlık verdiğini hissediyordu çocuk; kimse onunla oynamak istemiyordu şimdi ve hepsi de ona sevgisiz gözlerle bakıyordu. Şaşkın ve üzgün bir hâlde güverteyi terk edip dümen yekesinin yanına çıktı, sıkıntı içinde oturdu oraya ve mavi kıyı boyunca uzanan bir orman parçasını seyretmeye koyuldu. Aşağıda, güvertede, sevinçle şırıldıyordu su ve tayfalar gülüyor, bağırıyordu… Yanlarına gitmek için müthiş bir arzu duyuyordu içinde ama tuhaf bir şey ona engel oluyordu.
“Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerindir…”
Babasının bu sözleri geliyordu durmadan aklına.
Ve birdenbire tayfalara bir şeyler bağırmak, bir efendiye yaraşır cinsten tehdit dolu sözler savurmak, babasının yaptığı gibi küfretmek istedi. Uzun bir süre arandı. Nasıl bir söz fırlatabilirdi suratlarına? Hiçbir şey bulamadı… İki-üç gün daha geçti böyle ve Foma açıkça anladı ki, tayfalar artık onu sevmemekteydi. Sıkılmaya başlamıştı yavaş yavaş. Ve gittikçe daha sık bir şekilde, peri masalları, gülümseyişleri ve o kadife sesiyle Anfisa halanın okşayıcı hayali, yeni izlenimlerinin binbir renkli sisinden en umulmadık anda sıyrılıp gözlerinin önünde canlanır olmuştu. Bu hayalden yayılan ılık bir mutluluk ısıtıyordu çocuğun şimdi ruhunu. Peri masallarının dünyasında yaşıyordu daha o; ama gerçeğin amansız ve kıskanç eli, Foma’nın çevresindeki her şeye ardından baktığı, bir örümcek ağı kadar ince olan o güzel dantelayı şimdiden yırtmaya başlıyordu işte. Kılavuzla makinist olayı, çocuğun dikkatini etrafına çevirmesine yol açtı; daha bir keskinleşti gözleri, bakışlarında bilinçli bir merak belirdi: Babasına yönelttiği sorularda, insanların eylem ve fikirlerine kaynaklık eden nedenleri kavrama iradesi seziliyordu şimdi.
Günlerden bir gün, şöyle bir sahne geçti gözlerinin önünden: Odun taşıyordu tayfalar ve içlerinden biri, hem de kıvırcık saçlı o genç ve şen şatır Yefim, sırtında yüküyle güverteyi geçerken, öfkeli yüksek bir sesle söylenmeye başladı:
“Hadi canım, bu işi yapmak için insanın hepten şuursuz olması lazım! Odun taşımak için gelmedim ben buraya. Tayfayım ben! Ve tayfanın ne demek olduğu da açık! Üstelik bir de odun taşımaya ben yokum! Satılığa çıkarmadığım hâlde zorla alıp derimi mi yüzecekler yani… Ayıp denen bir şey var! İnsanları limon sıkar gibi sıkıp emmeyi gayet iyi biliyor, evet!”
Babasının söz konusu olduğundan adı gibi emindi Foma. Ve Yefim’in, bütün bu atıp tutmalarına rağmen, ötekilerden daha fazla odun yüklendiğini ve daha hızlı gittiğini de görüyordu. Tayfalardan hiçbiri katılmıyordu Yefim’in söylenmesine, hatta onunla çalışan tayfa bile susuyordu. Ama aynı tayfa, Yefim sırtına birazcık fazla odun yüklediğinde basıyordu itirazı.
“Yeter yahu!” diyordu suratını ekşiterek. “Beygir değil bu yüklediğin, bir adam!”
“Kapat çeneni!..” diye çıkışıyordu Yefim adama. “Beygirden beter olduğunu öğren artık, itiraz etmeden taşı işte… Kanını bile emseler susacaksın, anladın mı! Elinden başka ne gelir?”
Tam bu sırada İnyat peyda oluverdi önlerinde, Yefim’e yaklaşarak sert bir sesle sordu:
“Ne konuşuyorsun sen öyle bakayım?”
Kekeleyerek cevap verdi Yefim:
“Konuşuyorum işte, canım ne isterse konuşuyorum.. Mukavelemizde, ‘susacaksın’ diye bir madde yok ki…”
Sakalını sıvazlayarak yeniden sordu İnyat:
“Kanınızı emecek olan kimmiş peki?”
İşinin burada bittiğini ve kovulmaktan kurtulamayacağını anlayan tayfa, elindeki odun parçasını yere fırlatarak, avuçlarını pantolonunda temizledi ve bakışlarını İnyat’ın gözlerine dikerek cesur bir sesle, “Ne olmuş yani?” dedi. “Yalan mı söylüyorum yoksa? Yoksa kanımızı emmiyor musun?”
“Ben mi?”
“Sen evet, sen.”
Babasının kolunu kaldırdığını gördü Foma, o kadar. Sonra, ezilen bir şeyin gürültüsü duyuldu ve odunların üzerine yuvarlandı tayfa. Ama doğruldu hemen, tek kelime söylemeksizin işe koyuldu. Ezilmiş yüzünün kanı damlıyordu kayın kütüklerinin ak kabuğuna; gömleğinin yeniyle siliyordu kanını ve içini çekerek susuyordu. Sırtında yüküyle çocuğun СКАЧАТЬ