Her şeyde yavaşlığın damgası okunuyor: Her şey, tabiat ve insanlar, acemice ve tembelce yaşıyor; ama bu gevşekliğin ardında henüz kendi bilincine ermemiş, arzu ve amaçlarını henüz açıkça belirlememiş yenilmez bir kuvvet var sanki… Ve bu mahmur hayattaki bilinç yokluğu, kaçınılmaz bir keder gölgesi düşürüyor bütün o güzelim sınırsızlığa. Sabırlı bir boyun eğiş, daha canlı bir şeyi sessizce bir bekleyiş var evrende; guguk kuşlarının rüzgârla kıyıdan gelen ve ırmağın üzerinde bir süre asılı kalan çığlıklarında bile hissediliyor bu bekleyiş… Hüzünlü türküler, yardım yakarıyor gibi… Zaman zaman umutsuzluğun amansız ahengine bürünüyor türküler… Irmak bu umutsuzluğu derin iç çekişlerle cevaplandırıyor… Ve düşünceli düşünceli salınıyor uçları ağaçların… Uçsuz bucaksız bir sessizlik dalgalanıyor…
Foma, kumanda köprüsünün üzerinde, babasının yanında geçiriyordu bütün gününü. Sessizce, gözlerini iri iri açarak, kıyının tükenmek bilmez manzarasını seyrediyordu hep. Ve masallardaki büyücülerle yiğit kahramanların yaşadığı harikalar diyarındaki o geniş gümüş yolda ilerliyormuş gibi geliyordu ona.
Gördüğü şeyler hakkında sorular soruyordu zaman zaman babasına. İnyat severek ve kesinlikle cevap veriyordu oğluna ama cevapları Foma’nın katiyen hoşuna gitmiyordu: Onu temelden ilgilendiren ya da derhâl kavrayabileceği hiçbir şey yoktu bu cevaplarda; asıl işitmek istediği şeylerden hiçbirini bulamıyordu. Bir defasında, göğüs geçirerek babasına dönmüş ve “Anfisa halam senden çok daha iyisini biliyor!..” demişti.
İnyat gülümseyerek sormuştu:
“Söyle bakalım ne biliyor Anfisa?” Yürekten bir imanla cevap vermişti Foma:
“Her şeyi.”
Çünkü o harikalar diyarından eser yoktu önünde. Buna karşılık ırmağın kıyılarında sık sık şehirler beliriyordu, hepsi de Foma’nın yaşadığı şehre benzeyen şehirler. Kimisi daha büyük, kimisi biraz daha küçüktü ama hepsindeki insanlar, evler ve kiliseler, tıpatıp kendi şehirlerindeki gibiydi. Babasıyla birlikte çıkıp dolaşıyordu bunları bir bir, ama hiçbir vakit tam doymuyor, yorgun ve suratı asılmış olarak dönüyordu gemiye.
“Yarın Astrahan’a geliyoruz…” dedi nihayet bir gün İnyat.
“O şehir de bütün öteki şehirler gibi mi?”
“Gayet tabii!.. Nasıl olsun isterdin ki?”
“Peki sonra, daha ileride? Hiçbir şey yok mu daha ileride?”
“Deniz var… İsmi Hazar Denizi.”
“Denizin içinde ne var peki?”
“Balık var koca aptal, başka ne olur!”
“Kitece kenti suyun üzerinde dururdu ama…”
“Bak o mesele başka! Kitece kenti… Unutma ki sadece adiller yaşardı orada.”
“Denizin üstünde o adil şehirlerden yok mu hiç?”
“Hayır yok…” dedi İnyat.
Kısa bir sessizlikten sonra, açıklama ihtiyacıyla ekledi:
“Deniz suyu tuzludur çünkü, içmeye gelmez.”
“Peki ya denizin öbür kıyısında? Orada da yine toprak mı var hep?”
“Elbette! Deniz dediğin, kocaman bir tas gibidir. Etrafının hep kara olması şart…”
“Öbür kıyıda da yine hep şehirler mi var?”
“Hep şehirler var tabii… Yalnız orası bizim toprağımız değil artık, İranlıların toprağı… ‘Şeftali, kayısı, Şam fıstığı!..’ diye çağrışan Acem kadınlarını gördün değil mi çarşıda, hatırlıyorsun değil mi?
“Gördüm evet…” demişti Foma ve düşünceye dalmıştı.
Bir defasında da, “Yine bir alay toprak mı var hep?” diye sordu babasına.
“Toprak, çocuğum, alabildiğine çoktur, bitip tükenmeyecek kadar çok!
“Bütün bu toprakta her şey böyle birbirinin aynı mı?”
“Her şeyden kastın ne bakalım?”
Şehirler ve her şey işte…
“Gayet tabii.. Her şey birbirinin aynıdır daima.” Bu tür birkaç konuşmadan sonra çocuk, siyah gözlerinin soran bakışlarını daha seyrek olarak ve daha az dikkatle dikmeye başlamıştı uzaklara....
Gemideki tayfalar Foma’yı seviyordu; o da bayılıyordu güneş ve rüzgârdan yanmış, kendisiyle durmadan şakalaşan bu levent yapılı delikanlılara. Av aletleri hazırlıyorlardı ona, ağaç kabuklarından küçük kayıklar yontuyorlardı; onunla birlikte çocuk olup oynuyor ve gemi demir atıp da İnyat iş için şehre indiği zamanlar onu kıyıda gezdiriyorlardı. Çoğu zaman babası hakkında homurdandıklarını işitirdi Foma, ama buna kulak kabartmaz, kabartsa bile hiçbir vakit yetiştirmezdi babasına söylenenleri. Ama gemiye Astrahan’da odun yüklendiği gün, makinist Petroviç’in şöyle dediğini işitti Foma:
“Yine bir alay kereste yığdı gemiye, ne ahmaklık ya Rabbi! Güverte neredeyse su alıncaya değin yüklüyor, sonra basar küfrü ama. ‘Makineyi perişan ediyorsun,’ der. ‘Durup dururken yağ yakıyorsun!..’ İşin yoksa dinle artık…”
Ak saçlı sert bir adam olan kılavuz, “O deva bulmaz cimriliği tuttu yine…” diye atılmıştı. “Odun burada ucuz ya, sineğin yağını çıkartacak neredeyse mübarek!.. Cimriliğine payan yoktur, bilmez değilsin…”
“Cimri…”
Art arda tekrarlanan bu söz, Foma’nın belleğinde iyice yer etti ve akşam babasıyla yemek yerken sordu birden:
“Baba?”
“Ne var?”
“Sen cimri misin?”
Ve sorulunca, kılavuzla makinistin konuştuklarını olduğu gibi aktardı babasına; İnyat’ın çehresi kararmış, gözlerinde bir öfke parlar gibi olmuştu. “Yaaa, demek böyle!…” demişti başını sallayarak. “Seni ilgilendirmez bu, anladın mı… Onları dinlemeyeceksin! Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerin… Bunu iyice yerleştir kafana! Sen ve ben istemeye görelim bir, baştan sona hepsini fırlatır atarız kıyıya. Aslında metelik etmez hiçbiri; şöyle bir el çırpınca binlercesini bulursun, СКАЧАТЬ