Suat sandala girip oturunca:
“Ooo, büyükmüş!” dedi.
Dışarıdan küçük görünen sandalın içi pek geniş ve rahat idi. Sandalcı yelkenleri açıp tekne rüzgârın önüne dökülünce dubaya doğru süratle akmaya başladılar. Büyükdere’nin üstünden güneş onları rahatsız ettiğinden Suat şemsiyesini açtı. Bu siyah, beyaz ve kurşuni renklerden satrançlı bir küçük şemsiye idi. Necip şemsiyeye, çarşafa, peçeye, eldivene, bu kadın şeylerindeki inceliğe ruhunun derinliklerinde göresi gelmiş gibi titreyen bir tutkunlukla bakıyor, sonra Suat’ın küçük, bir küçük kuş denilecek ellerinin şemsiyeyi tutuşundaki şiire hayran, peşiran oluyordu.
Dalgalar açıklarda büyümeye başlamıştı. Sandal pervasız bir can atma ile üzerine gelip ardı arası kesilmeyen suların üstünde dalgalandıkça Suat’ın gözlerinde bir bulut, bir endişe ve ızdırap bulutu duruyordu fakat dubadan Serviburnu’na doğru bükülüp rüzgârı pupaya aldıkları zaman salıntı kesildi. Süreyya gibi Suat’la Necip’in de keyfine artık nihayet yoktu. Sandalın etrafını kucaklayan çırpıntı sesleri, biteviye musiki gibi şakıyan su serpintisi onları oyaladı, Beykoz’un Hünkâr İskelesi’ne vardıkları zaman yarım saat olmamıştı.
Onlar çıktığı hâlde Süreyya çıkmıyor, ilk hevesle sandalcıya yardım ediyordu. Suat’la Necip rıhtımdan bakıyordu. Sonra üçü beraber çayıra ilerlediler. Evvela rüzgâr çayırdan soluklar getirmeye başladı. Bu, birçok çiçeğin, otun katımlanan bir soluğu, serin, taze, yaş kokusu idi. Biraz sonra çayırın bir kısmını gördüler, uzaktan burası sarı çiçeklerle bir fulya tarlası gibi görünüyordu. İlerledikçe ötesinde berisinde kırmızı, mor, beyaz çiçekler de fark ettiler. Bol yeşilliklerin arasında bol renkler, çiçekler tarladan taşıyor, rüzgârla dalgalanıyordu.
Onlar hep “Ah ne güzel!” diye ilerliyorlardı; karşıdan görünen büyük yolun heybetli ağaçları altına gelip çayır bütün genişliğiyle önlerine serildiği zaman nihayetsiz bir hayret ve sevinç hissettiler. Bir deniz enginliği ve azametiyle rüzgârın önünde dalgalanan çayır onları etkiledi.
Çayırların içinde yürümek, otların arasında yuvarlanmak ihtiyacıyla titreyerek, baharın bütün bolluğu, yeşillik ve kokusu içinde mest ve mesut ilerledikçe derenin öbür tarafındaki tepelere doğru çayırın yeni ufuklarını görüyorlardı. Bunlar orada bir küçük tepe, beride çayır arasında kıvrılan ve sonra ağaçların içinde kaybolan küçük bir yol, birbirinin omzundan bakan küçük setler, dere boyunu gölgeleyen söğütlerdi. Dere orada fısıldayarak, burada ürpererek düşüyor, akıyor, bazen otların arasından fısıldıyor, sonra derinleşerek, sessizlik içinde aktığı fark edilmeyerek akıyordu. Bazen, zevkli bir ahenkle çağlayan bir kurbağanın artsız arasız ötüşünden sonra, bu sessizliğin içinde, bir tek “ah” gibi yükselip susan sesler oluyordu. Çayırın asıl otları arasında bu yeşil zemin üstüne nakşedilmiş papatyaların, sarı, mor, kırmızı çiçeklerin birbirine karışan renkleri ara sıra, yalnız bir renge inhisar ederek küme küme orada hep beyaz, burada hep mor, ötede hep sarı dalgacıklarla köpürüyor, dere kenarı damla damla ağlayan söğütlerin yeşil gölgeleri altında parlak yeşil çimenlerle bir seccade gibi seriliyordu.
Süreyya:
“Oturalım!” dedi.
Necip:
“Yatmalı.” diye söylendi.
Doğrusunu isterseniz, coşan duygularıyla bu otlara, bu topraklara karışmak istiyor, bir türlü yenemediği bu istekle azap çekiyordu. Kendisini en fazla hayran eden güzellikler karşısında her zaman duyduğu ezilmek, ölmek arzusu şimdi onu daha kuvvetli, daha da yanılmaz bir inatçılıkla eziyordu. Şemsiyesine dayanmış, ahenkli bir eda ile önde yürüyen Suat’ın kocasına yaslanan vücudunu görüyor, her yerde, her zaman, her zaman aynı özleyiş ve aynı vefa ile sizin olan bir kadın yoksuzluğu ve ateşi ile titreyerek inlemek, düşüp ölmek istiyordu. O her aşktan zehirlenmişti; evvelden kendini bir kere görmek için canını vermeye razı bir iki kadın, parası mı yoksa kendisi için mi teslim olduklarında tereddüt ettiği birkaç kız, hayvan gibi gelip ayaklarının altına, gençliğin önüne yatan dört beş kadın… Hep öyle hürmetsiz, nefret ve istikrah veren aşklar olmuştu. “Sonra evlenmek mi?” diyordu; tanımış olduğu kadınların dördü mü, beşi mi kocalı idi. Bunların kendisinde bıraktığı tesirleri düşünerek “Evlenmek!” diye omuz silkiyordu.
Çayırın ta öbür ucundaki taş köprüye kadar ilerlediler. Orada önlerine yine gölgelik başka bir yol çıktı. Suat “Aman biraz da buradan!” dedi. Bu Tokat’a gidiyordu; Necip bu yolu, nihayetteki büyük ormanı tarif ederek bir kere buralara geldiğini anlatıyordu. Etraf hep bahçeydi.
İspinozlar neşeleriyle burasını doldurmuşlardı. Sükûn içinde yanlarından geçen rüzgârın yapraklarla öpüşmesinin şarkısı duyuluyordu.
Döndüler, oradan geçen bir adama derenin öte tarafındaki yolu sordular, onun gösterdiği yerden geçtiler. Bu, derenin öbür sırtında, otların arasında kaybolmuş bir patika idi ki küçük söğütlerle belli oluyordu. Yanı başından ince, bir kuş gibi öten ince bir su akıyordu. Burada çayır yüksekten, yolun ağaçlarındaki mehabet, derenin yılan gibi kıvrılıp bükülen şeridi, çayırın bütün renk ve dalgacık olan sathiyle baygın baygın serpiniyordu.
Onlar gittikçe coşarak, neşelendikçe neşelenerek kuşlar gibi cıvıldadıkça Necip, birçok zaman kendisini neşelendiren yasının ve acısının ara sıra yaptığı gibi sessiz ve karanlık, ruhunu ezen bu acıklı bezginlik içinde çok bahtsızdı. “Ya ben! Ben ne yapayım?” Niçin o daima böyle idi? Dünyada durgunluk ve rahatın hep kuruntu olduğunu görüp kendini üzen şeylerin de hep kendi muhayyilesinin, kendi dileğinin icatları olduğunu düşünerek kendisine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından, kendini iyi etmek için bir çare bulamadığından deliren bir hiddet ve öfke duyuyordu. Evvela yerden havalanmak için gökyüzünü kâfi bulmayan bir güzel hülya, yüksek bir emel, bir ismet isteği ile boğulur, o zaman bir hiç için canını verecek hâle gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biri ile bütün havalanarak yükselme hevesi yaralanır, her güzeli bir yara hâline koyan incelme duyguları uyanır, hayatın, dünyanın, insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğuk kanla, kendine karşı bile düşmanca, bir damla şiire mağlup olmayarak, arzularının ne iğrenç, emellerinin ne gülünç, muvaffakiyetlerinin ne miskin, bütün saadetlerin, neşelerin, ne kadar süslü olursa olsunlar ne mundar olduğunu düşünmekten doğan yeis ve bezginlik ile harap olur; sisli, küflü kalırdı. Ah, ara sıra ruhunu heyecanla ürperten o masumluk güzelliğine her zaman meyledebilseydi; herkes gibi o da hayatı sade ve masum gözlerle görseydi… Hayat onu kollarının arasına alıp tırnakları, dişleri ile paralayarak bu hâle getirmemiş olsaydı…
“Hâlbuki…” diyordu… Evet, bilirdi ki ona sükûn ve şiir ne kadar lazımsa ruhunda fırtınayı, karanlığı, esrarı da öyle derin bir özleyiş vardır. Bu sükûn devrelerinden sonra şimşek ve yıldırıma muhtaç olacağını bildiği için başını eğerek, “Hâlbuki…” diyordu.
Şimdi tabiatın bu bereketli gelişmesi içinde, su ile şişkin toprakların, otların, çiçeklerin içe işleyen güzel kokuları ile bütün duyguları coşarak onu ateşli bir acele ile hırstan ürpertiyordu. Her şeyin böyle çiçekli, güzel kokulu olduğu, önünde böyle fısıldayarak giden bir karı koca bulunduğu СКАЧАТЬ