Süreyya, yarı kızarmış Suat’a yan bakıyordu. Derin derin bakıştılar.
Sofradan kalktığı zaman Necip kendi kendine “Ah herkes böyle olsa… Herkes mesut olsa…” dedi. Başka bir yerde olsaydı şu temennisini pek gülünç bulurdu fakat bu saadet ve samimiyet içinde bütün meyilleri, alışkanlıkları kayboluyor; hayatını, karanlık, hain, fena hayatını unutuyor; hıncı, bezginliği hissetmeden değişerek başka, iyi bir adam oluyor ve sonra bunu fark ederek şaşırıyordu. “Ah insanlar, şu beşer kalbi… Yüz bin manalı bir muamma… İçinden çıkmak mümkün değil…” diyordu. “Acaba fenalık gibi iyilik de bulaşıcı mıdır?” diye düşünüyordu. Tekrar balkona çıkıp köşelerdeki yeşilliklerin altında uzun sandalyelerden birine otururlarken Süreyya:
“Aman Suat gelmeden bir sigara tellendirelim.” diye kutusunu verdi. Henüz sigaralarını yakmışlardı ki Suat göründü. Balkona çıkmayarak kapıdan:
“Dehşet, dehşet, yine mi duman, yine mi?” diyordu.
O zaman tütünden bahsedildi; sigara, Suat’ın birinci zıddı idi. Süreyya müdafaa etmek istiyordu.
Necip dedi ki:
“Yok Süreyya, herhâlde bu iddia edilecek kadar ehemmiyetli bir şey değil. Bana öyle gelir ki, evli olsam da sigaramdan şikâyet edilse…”
Süreyya tuhaf bir gözle bakarak:
”Galiba yine bir şey yumurtlayacaksın, Necip…”
Necip gülerek bitirdi:
“Elimden sigarayı, cebimden paketi, kendimden de bu uğursuz alışkanlığı sevinerek atardım…”
Süreyya sigarasını zevkle bir daha çekerek ağır ağır dumanlarını savuruyordu:
“Ne güzel fikir… Yalnız bir kusuru var, yapmak kabil değil…”
“Azıcık fedakârlığa katlanılmayınca hiçbir şey yapmak kabil değildir.”
Suat korkarak:
“Yok, ben fedakârlık mertebesine çıkan şeylerden bahsetmiyorum.” dedi.
Ve piyano bahsi oluncaya kadar hep bağdan, bağdakilerden bahsettiler. Bu neşeli bir konuşma oldu. İki sözde bir Fatin ile beyefendi ortaya çıkıyor, Hacer’in sesi işitiliyordu. Sonra Necip, Suat’a piyano çalmasını rica etti.
“Demin Süreyya’nın anlattığı bu hayatın imrendiğim saadetine bir saat sonra nail olayım, benim de ömrümde bir gün bulunsun!” diye iltimas etti.
Suat şikâyet ederek uzun müddet piyanosundan uzak durduğundan hâlâ barışamadığını, notalarının karmakarışık olduğunu söylüyordu. Nihayet piyanoya geçmek icap etti. İki erkek balkonda kalmış, salondan gelen piyanoyu dinliyorlardı. Süreyya rüzgârın bir müddet tereddüt edip durduğu bu sıcak anı, her gün böyle öğle vakti serinlik bitip her şeyin sustuğu, beklediği zamanı ihtar ederek:
“Görüyor musun!” dedi.
Şimdi deniz durgun bir havuz hissini vererek, sıcak güneşin altında kurşun gibi ağır, uzanıp gidiyor, hararet havayi nesimi içinde titrek, değişken fark ediliyordu. Rehavet bir dereceye gelmişti ki, gözleri ağırlaşmış, manzarayı yalnız kirpiklerin arasından süzülen bir bakışla görüyorlardı.
Ve içeriden bazen piyanonun damla damla koşuşan, bazen birbirine karışarak tedricî bir tarraka ile yükselen, sonra birer birer süzülerek ölen sesleri devam ettikçe bu tasavvurun fevkinde bir mestlikle onu işgale başladı.
Bu Traviyata’dan bir parça ile başlamıştı. Fakat Necip sonrasını hatırlayamıyordu, bir andaluz serenadı gibi geliyordu. Sesler, kâh billur gibi şakıyarak, kâh matemli sürüklenerek, kâh şevk ve şetaretle yükselip sonra yeis ve fütur ile dökülerek devam ettikçe bütün kurduğu hülyalar karanlıklara boğuldu. Fark ve hissedememeye, hatırlayamamaya başladı; sanki yaşamıyordu.
Birdenbire saatin sesini işitti, bu ses onu uyandırdı. Süreyya sandalyesinde uzanmış, gözleri kapanmış, dalmıştı; piyano hâlâ ağır ağır, içinden gelen bir dert ile inliyordu. Teşekkür etmek için içeri girdi. Suat onu görünce tebessüm ederek:
“Çaldığım havalara yazık oluyor, değil mi?” dedi. Necip “bilakis” makamında başını salladı. Bitirince Suat tekrar şikâyet etti. Piyanonun önünde en iyi bildiği morsoları bile artık şaşırdığını söylüyordu.
“Hele notalar.” diyordu. “Görseniz ne hâlde… İçinden çıkmak kabil değil… Çocuk kitapları gibi olmuş… Birçoğunu bulamadım, karıştırıla karıştırıla birbirine girmiş… Bilmem bazıları da ötede mi kaldı, konakta mı?”
Necip notalara göz gezdiriyordu; bunların ekserisi meşhur operalardan fantazyalar, potpuriler idi fakat o kadar harap bir hâlde, o kadar eksik idi ki kendi kendine İstanbul’dan gelirken birkaç yeni morso getirmeye karar verdi. O zaman tekrar aklına İstanbul’a gideceği geldi. Saate bakarak:
“Ooo, saat dört buçuk.” dedi. “Acaba vapur kaçta var?”
Ve Suat’ın şikâyetli bir bakışı önünde yarı tereddütlü:
“Temin ederim ki.” diye başladı, kendini burada kalmamaya icbar eden bütün sebepler diye bulduğu şeyleri izah edince kani olmuş görünen Suat:
“Bari sizi Tarabya’ya kadar geçirelim.” dedi.
Sonra yüksek sesle dışarıya seslendi, cevap alamayınca sesini daha yükseltti:
“Bey, bey, uyuyor musun?” dedi.
Şimdi rüzgâr çıkmış, balkonun bir tarafındaki tente çırpınarak patırdıyor, denizin armonili akması, kesilmeyen bir sevinçle şakıyordu. Süreyya uyandığı zaman Suat’ın fikrini pek muvafık bularak:
“Ne âlâ, ne âlâ!” dedi.
Necip’in bu hareketinin bir hainlikten başka bir şey olmadığını iddia ile:
“Şimdi kalk sen daha sabahleyin şikâyet ettiğin o miskin, tozlu hayata gir.” dedi. Sonra Suat’a göz kırparak, daha doğrusu akıl da ermez ya… Yemin edebilirim, bu gece bütün masumiyetinle hemşirende kalmak üzere kaçmıyorsun… O tozlu Beyoğlu’nun örümcekli bir apartmanına… Değil mi?” latifesine dökülüyordu.
Necip Suat’ın yanında sıkılıyor, gözüyle işaretler ederek susturmaya uğraşıyordu.
Suat:
“Karar verildi, değil mi beyler?” dedi.
Beş dakika müsaade talep ederek çekildi. Süreyya elbisesini değiştirmek için iki dakika izin aldı ve karı koca gittikleri zaman yalnız kalan Necip sabahleyin o kadar çekiştirdiği Beyoğlu’nu şimdi ne kadar özlediğini düşünerek kendine şaşıyordu. O zaman da samimi idi, şimdi de samimi olduğunu görüyordu. Kendinin böyle birbirine zıt birçok tavır takınıp hareketlerde СКАЧАТЬ