Hızla koşarak gelen ihtiyar, Alimcan’ı kucaklayıvermişti.
“Yavrucuğum, sağ salim ulaştınız. Şükür. Vilayetten telefon açmış, haber vermişlerdi. Sizleri beklerken gözüm yollarda kaldı.”
“Şükür, Kurak dede. Bu, Noel Şayahmetov adlı evlâdınızdır. Esas misafirimiz bu delikanlıdır.”
“Kurban olduğum. Savaş döneminde Kazakistan’ı yöneten Jumabay’ın oğluymuş, duydum.” diyen cüsseli ihtiyar düşünceli bir ifade takındı. “İyiyi ancak iyiler tanır. Peki ya kötüleri kim tanır? Gelmesi ne güzel oldu!”
“Kuşluk vakti oluyor. Kurak dede, hemen işe koyulalım.” demişti Alimcan biraz nefeslendikten sonra.
“Bugün misafirsiniz. Eve geçelim. Payınızı alın, bir şeyler yiyin. Yarın başlarsınız.”
“Ağabey, Mahambet ozan bizi yüz elli senedir beklemekte. Yarın da alabiliriz, kaçmaz ya.”
Bu sözlere ikna olan Kurak ihtiyar, at arabasında bağlı duran bir koçu getiriverdi. Gücü kuvveti yerindeymiş. Semiz koçu yere yığdı, dört ayağını bir araya getirip bağladı. Esen rüzgardan, yağmur ile kardan yıpranmış olan yüksekçe bir tepenin yanında başını kıbleye çevirdi.
“Öncelikle Allah yoluna, daha sonra ceddim Mahambet’in ruhuna bağışladım. Kurbanlığımı kabul eyle ya Rabbim.” diyerek bıçağı vurdu. Kur’an okunduktan sonra Noel toparlandı:
“Haydi, başlayalım.” dedi.
“Dinle, evlâdım.” diye cevap verdi o anda ihtiyar. Hiçkimsenin duymadığı bir sırrı açıklayacaktı. “Babam, dedemizin bu mezarına yedi yaşındayken getirmişti beni. Çok görmüş geçirmiş eskilerden sorarak zar zor bulduğunda bu mezar neredeyse yok olmak üzereymiş. Bazı kimseler tam olarak bilmelerine rağmen açık etmek istemiyorlarmış. Halkın başından türlü türlü çetin dönemler geçti ya, yavrum. Ama babam benimle birlikte bulduğu zaman, mezarın başına kızılcık ağacından yapılmış kamçısını sokmuş demişti ki: ‘Bak oğlum, bu mezar sana emanet! Eninde sonunda Mahambet’i arayacak nesiller gelecektir. İşte, o zaman bu kamçıdan tanı, göster burayı. Ömrün boyunca unutma sakın!’ demişti. İşte böyle. Kamçının derisi çürüse de kızılcık ağacından yapılmış sapına hiçbir şey olmaz. Kızılcık tut- sal ya. Öncelikle onu bulalım.”
Noel, küreğini eline aldı. İhtiyar hemen bağırıverdi.
“Eyvah! Bırak, sallama şunu! Elimizle kazacağız, elimizle!” dedi ve “Ya bismillah, benim elim değil, ata babalarımın eli.” diyerek bir parça toprak aldı. Üçü üç taraftan sertleşmiş olan sazı yumuşatmaya başladılar. Yarım karış derinliğe ulaştıklarında “Ya, ervah, varmışsın ya” diyen ihtiyar, kızılcık ağacından olan kamçıyı çekip çıkarıvermez mi? Dört örgülü deri, incecik beyaz kumaş gibi olmuştu. Tutulan yerden pat pat kopuyordu. Oysa sapı, kıpkırmızı şeklini korumuş ve hiç değişmemişti. Bunun ardından üç kişi birden elleri ile nazikçe toprağın derinliklerine inmeye başladılar. Bir kulaç kadar boyladıklarında beyaz bir kemik gözükür oldu. Bu, Mahambet’in vücudundan ayrı, çok sonraları gömülmüş olan kurukafaydı. Kurak ihtiyar, hemen dizlerinin üzerine çökerek bir sureyi uzun uzun okudu. Gözünden akan yaşlar, çenesinden aşağı yuvarlanarak önünü ıslattı. “Vah, benim hayalleri suya düşmüş ecdadım vah!” diyerek, kurukafanın göz ve burun boşluklarını topraktan temizledi, göğsüne basıp uzun uzun öyle tuttu. İhtiyar bir süre sonra sakinleşince sertleşmiş olan kurukafasını nihayet Noel’e verdi.
“Alın kemiği çıkık ve düzmüş. İnce kemikli değilmiş. Baş yapısı, çene kemiği bunu göstermektedir.” demişti Alimcan’a bakarak. “Öldürmek için üç defa kılıçla vurmuşlar. İkisi boyun kısmına gelmiş. Birisi ise sağ taraftaki şakağına isabet etmiş. Kemik oyulmuş. Demek ki ozanın eceli iki kişinin elinden olmuş. Kılıcın biri çok keskin, ikincisinin yüzü daha kaba. İşte, gördünüz mü?”
“Ne yapayım, bu zamanda iyi de kötü de bir tepeciğe dönüşüyor.”
Kurak ihtiyar, dizlerinin üzerine çöküvermişti.
Kuşluk vakti dışarı çıktı. Canı hiçbir şey istemiyordu. İki üç sokak arasında dolaşıp durdu. Sonunda bekçi olarak çalışan Dauren’e gitmeye karar verdi. Kümes gibi bir yerde, zayıf bir kadının kıçının zor sığacağı kadar küçücük bir odadaydı.
“Ooo, Noel ağabey! Bizim gibi fukaraları da arayacak birileri var mıydı?” diye çok şaşırmıştı Dauren.
“Dauren, konuşacak meseleler var. Koyu bir çay lazım.”
“Hemen ağabey.”
Çay içip kendine gelen Noel, Ayım’ın durumunu sordu. Dauren ne desin?
“Başkanın tek kızı. Cesur ve özgür büyümüş. Geleceğin bilim kadını. Danışmanı ünlü profesör Kayıp hocadır.”
“Sen Ayım’la nasıl tanışmıştın?”
“Burada. Sadece arkadaşız. Bazen gelip sohbet eder, çay içip gider. Babasının haberi olmadan…”
Noel’in aklından şunlar geçti; “Babasının haberi olmadan… Demek ki, başkanın nazlı büyümüş şımarık kızı olmanın çok ötesinde. Yetimle anlaşabildiğine göre birbirlerinin değerini seziyorlar demektir. Kendisi Mahambet’in şairliğini de araştırıyorsa…”
“Ağabey, onun benim yanıma gelmesinin sebebi, benden hoşlanması değil elbette. Ben, Mahambet’i defnettikleri Karoy’da dünyaya geldim. Mahambet’le aynı soydanız. Küçükken rahmetli babam, ceddimiz Mahambet’in kahramanlıklarını sık sık anlatırdı. Sağ dizine yatarken kulağıma kurşun gibi dökülen bilgilerin hepsini almışım işte. Ayım da bana duyduklarımı sık sık anlattırır, yazıya geçirir. Kendisi ilginç bir kızdır. Başkalarına benzemiyor.”
“Benimle tanıştırsana. Ayım’ı görmek istiyorum.” dedi Noel omuzuna yıpranmış deri çantasını asarken.
“Tamam, ağabey.”
Ikas’ın evinde sabahtan beri bir curcuna vardı. Bir önceki akşam, ticaretle uğraşan karısı Dubai’den gelmişti. Heybesi doluydu. Ve o gün de değerli bir misafir, hürmetle evin başköşesine oturtulacaktı. Kazakların eski adeti, saygı gösterisi olarak misafire koyunun başını sunmaya niyetliydiler. Kızları tezini yazmaktaydı. Çok yakında tez savunması vardı. Gelecek olan bu misafir de Ayım’ın danışmanı Kayıp ile hanımıydı. Sunacakları hediyeler için telâşanıyorlardı. Ikas’ın eşi, misafirler için Dubai’den satın aldığı armağanları tekrar tekrar kontrol etti.
“Şu ceket, düzgün fiziği olan Kazak adetine göre Kayıp isminin ilk hecesine “eke” ekleyerek kendisine çok yakın gösterirken Ikas karısına,
“Kayeken’in tam üzerine göre.”
Takmalı СКАЧАТЬ