Название: İKİ NEFES ARASINDA
Автор: Prof. Dr. Hasan Fevzi Batirel
Издательство: Hayy Kitap / Хайи Китап
isbn: 978-625-8222-53-1
isbn:
“Evli misin? Çocuğun var mı?” diye sordum. O da, “Bir kızım var, ikincisi de yolda,” deyince annesi kendini tutamadı. Öyle içten, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ki, hasta oğlu da gözyaşlarını tutamadı. Ben de kendimi bıraksam odada herkes matem havasına girmiş olacaktı. Kendimi toplayıp annenin omzuna elimi koydum, “Teyze bak, oğlun iyi bir ameliyat geçirdi, durumu da iyi, inşallah iyileşecek,” diye olumlu sözler sarf ettim. Kadın bu sözler üzerine kendini biraz topladı ama biliyordum ki o genç adamın hastalıktan kurtulması için mucize olması lazımdı. Nitekim hasta, ameliyattan sonra ancak altı ay yaşadı.
Böyle kişileri gördüğümde aklıma hemen, bu adam ölünce çocuklarına kim bakar, o küçük kız babasız nasıl büyür gibi şeyler geliyor. Allah’a şükür ülkemizde aile bağları hâlâ güçlü ve aile fertleri hâlâ birbirine destek oluyor.
Hastalık ve ölüm ile uğraşan bir kişinin bunu kanıksamasını hep garipsemişimdir ama kanıksamazsanız bu işi yapmanız da çok mümkün değil. Hastalık ve ölümün eninde sonunda bizi bulacağını biliyoruz ama başkasının felaketleri bizler için gelip geçen günlük olaylardan ibaret.
İnsan olduğumuzu unutmadan, günlük işlerin hareketliliğine çok takılmadan, hırslarımızı frenlemek ve gerçeğin o annenin gözyaşlarında gizli olduğunu anlamak lazım.
Klostrofobi
İnsan ile uğraşanlar her zaman şaşırtacak olaylarla karşı karşıya gelir. Klostrofobi, kapalı yer korkusu demektir. Klostrofobisi olanlar kapalı yerde panik olur, sık ve hızlı nefes almaya başlar. Bu durumda kandaki karbondioksit seviyesi düşer, fenalaşma denilen durum oluşur. Yapılması gereken, hastanın ağzına bir kesekâğıdı veya küçük bir torba dayayıp bir süre kendi nefesini solutmaktır. Böylece kandaki karbondioksit seviyesi normale geri döner.
Klostrofobik hastalar tıbbi açıdan birçok sıkıntılar yaşarlar. Uyanık halde tomografi, MR gibi tetkikleri yaptıramazlar, panik olur, ameliyathane odasında rahat edemezler. Klostrofobinin kaynağı bazen çok ilginç hayat öykülerine dayanır.
Hastalarımızdan birinin Akalazya denilen, yemek borusunun alt ucundaki kapakçığın aşırı kasılmış olduğu ve gevşemediği bir hastalığı vardı. Otuzlu yaşlarda, dağ gibi bir adamdı. Gemilerde çalışıyordu. Hereke, İzmit’ten gelmişti. Akalazya hastalarında kapakçık çok sıkı olduğu, doğru düzgün açılmadığı için yutma güçlüğü olur. Yenilen yemekler, yemek borusunda bekler. Sadece basınçla açılır. Bazı hastalar yemek arasında zıplayıp yemeğin mideye düştüğünü hissettikten sonra yemeye devam ederler.
Laparoskopik yöntemle ameliyatını yaptık, her şey yolunda gitti. Ameliyat sonrası servise çıktı. O akşam asistan aradı, hocam hasta başını tutamıyor, kollarının zayıfladığını söylüyor diye. Hemen odasına gittik, muayenede bir şey bulamadık ama hasta gözlerini kapatmaya çalışıyordu, tedirginlik hali dikkat çekiyordu. Kaldığı oda servisimizin en sonunda, camından duvar görünen bir odaydı. Sonradan iş anlaşıldı. Hastamız Ağustos 1999 depreminde enkaz altında kalmış altı saat sonra çıkarılmıştı. Canlı canlı mezarda kaldıktan sonra kişinin stres altında psikolojisini koruması çok zor olsa gerek.
İkinci hastamızın hikâyesi ise çok daha farklı. Yetmiş yaşlarında çok evhamlı bir bey, sağ akciğer etrafında sıvı birikmesi ile başvurdu. Bana hastayı gönderen göğüs hastalıkları hekimi travma sonrası göğüs boşluğuna kanama olduğunu düşünüyordu. Basit bir darbe öyküsü vardı ama bu miktarda sıvı birikimini açıklamazdı. Hastanın klostrofobisi varmış. “Tomografiniz nerede,” diye sorduğumda kapalı ortamlara giremediğini ve film çektiremediğini söyledi. Sonunda kapalı yer korkusunun sebebi anlaşıldı. Hastamız Batı Trakya’dan 1950’lerde göç etmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman bombardımanı sırasında hastanın annesi, çocuklarını korumak için onları sandık içerisine koyup saatlerce çıkmalarına izin vermezmiş. O yaşlarda çocuğa yerleşen kapalı yer korkusu tedirginlik hâlâ geçmemiş. Maalesef çok kötü huylu bir akciğer zarı kanseri teşhis edildi ve altı ay sonra hayatını kaybetti.
Böyle durumları gördüğümde hastaların ne hissettiklerini anlamaya çalışıyorum. Çocukluğumda yaşadığımız en büyük korkular İstanbul’da sık sık olan depremlerdi. Deprem sırasında evdeki kirişlerin birinin altına geçer, dua ederdik. Fakat en önemli tedirginlik ve korkumu lise birinci sınıfta yaşamıştım. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde çok sert karakterli, kıt notları ile ünlü bir matematik hocamız vardı. Lise 1’de bize geleceğini öğrenince karalar bağlamıştık. Hocadan yedinin üstünde not almak neredeyse imkânsızdı. Buna rağmen bizim sınıftaki canavar matematikçiler sekiz alabildiler. Ben de hocadan altı almıştım, çok mutlu olmuştum. Hocadan hem korkuyor hem de hayranlıkla karışık bir sevgi besliyorduk.
Lise 2’ye geçtik. İlk gün matematik dersine başka bir hocanın geleceği söylendi. Matematik hocamız yazın karaciğer kanseri nedeniyle çok kısa süre içerisinde vefat etmişti. O an hayatın her an sonlanabileceğini, hayattaki en önemli gerçeğin ölüm olduğunu fark ettim. Hocanın ölümünden o kadar etkilenmiştim ki, haftalarca doğru düzgün uyuyamadım.
Bizler rahat bir dönemde yetişmiş insanlarız. Özellikle II. Dünya Savaşı’na şahit olanlar, ölümün sıradanlığını, açlığı, imkansızlıkları bizzat yaşamışlar. Alay konusu olabilecek bazı korkuların arkasında böyle zamanlarda yaşanmış çok dramatik hikâyeler yatıyor.
Al-Roustamani
Altmış yaşlarında, Ortadoğulu bir erkek servise yattı. Akciğer zarı kanserinden mustaripti. Son derece asri giyimli bir beydi. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Nissan distribütörü olduğunu sonradan öğrendim. Hastalığı kötü, yaşam beklentisi kısaydı, ama bir umut Harvard’a gelmişti. Belki de bu kadar dramatik bir durumu olduğunu bilmiyordu.
Bölüm başkanı ameliyat etmeye karar verdi. Ameliyata girildi, ben de yan odada ameliyattaydım, ama fırsat buldukça vakayı takip ediyordum. Kanserin çok yayılmış olduğu tamamen çıkarılamayacağı anlaşıldı. Bir bölümü çıkartılarak işleme son verildi. Bu ameliyatta kanseri tamamen çıkarmazsanız hastanın uzun dönem hayatta kalma şansı çok düşüktü. Çalıştığım merkez ABD’nin en akademik merkezi olmasına rağmen hasta nakit para verecekse ona mutlaka bir işlem yapılırdı. İşlem tamamen gereksiz değildi ama şartlar zorlanmıştı. Oradaki kıdemli bir öğretim üyesinin ameliyatta söylediği şu sözler hâlâ aklımda: “Bu hasta yurt dışından, nakit para, çok ihtiyacım vardı, bize en az beş-altı bin dolar kalır.”
Paranın milliyeti yoktur. Bu, orada yapılan ameliyatların hatalı veya gereksiz olduğunu göstermez. Ümit veren tedavi yöntem ve teknolojilerini onlar bulup geliştiriyor, sonra da sınırları zorluyorlar. Yabancılara bu şekilde davranmayı bir hak olarak görüyorlar. Akademik merkezlerde bu iş sahtekârlık şeklinde değil, çalışma kapsamında veya СКАЧАТЬ