“Lanet ol nabekâra, lanet ol haramkâra! Çaldığı mal gözüne, dizine dursun inşallah!”
Ve karakullukçu neferlere yalvardı:
“Benim de üstümü başımı arayın, odamı filan arayın. Şu mağdurun içinde kuşku kalmasın.”
Hancı da saat sahibi de “Haşa hocam!” sözüyle candan, yürekten bu teklifi reddettiklerinden Molla Hüseyin onların omuzlarını sıvazladı. “Öyleyse…” dedi. “Şöyle oturun. Ağalar da otursunlar. Ben bir remil atayım, iyi saatte olsunlarla görüşeyim, âlimülgayb olan ulu Tanrı’nın kemal-i kereminden memuldür ki şu cürmün faili meydana çıksın, çalınan saat ele geçsin.”
Remilini attı, cübbesinin eteğini tersleme suretiyle başına geçirip uzun bir murakabede bulundu, sonra terli yüzünü açığa çıkarıp yorgun bir şive ile haber verdi:
“Hanın eşiğine, beneksiz üç siyah tavuk kanının dökülmesini istiyorlar. Ben, peki, dedim. Siz de kabul ediyor musunuz?”
Hancı ile saat sahibi bir ağızdan bağırdılar:
“Hayhay!”
“O hâlde aldığım haberi verebilirim: Saati aşıran kırçıl bir adamdır, sağ ayağında bıçak yarası vardır, dili biraz peltektir. Dün buradaydı, bugün yok. Kendisini bir at üzerinde batıya doğru gider görüyorum. Fakat saati handa koymuştur. Bir dahi gelişinde almak için.”
Saat sahibi, Molla Hüseyin’in eline yapışıp yalvardı:
“Hay ağzın dert görmesin! Saatim kande saklıdır şimdi? Onu da söyler misin?”
“Atlar, eşekler, develer var, gözüm fark etmiyor.”
“Ahırda olmasın?”
“Dedim ya fark etmiyorum. Belki öyledir.”
Ahır meşalelerle aydınlatılarak uzun araştırmalar yapıldı ve saat bulundu. Artık Molla Hüseyin oda kirasından istisna edilmişti, hanın ışığı ve göz bebeği olmuştu. Yalnız hanın mı ya… Bütün Tahtakale halkı onun elini öpüyordu, her derdin devası kendisinden aranıyordu.
Fakat o, basit bir oyuna istinat eden kerametinin çarçabuk iflas edeceğini bildiğinden ipliği pazara çıkmadan muhitini değiştirmek, dolabını daha kolay çevirebileceği bir yer bulmak istiyordu. Aynı zaman üfürükçülükten daha sağlam bir mesleğe intisap etmek ihtiyacını duyuyordu.
O sebeple sağa başvurdu, sola başvurdu, sonunda Süleymaniye müderrislerinden Mehmet Çelebi’ye çömez yazıldı, postunu medreseye yaydı. Artık memnundu, efendisinin kitaplarını taşıyor, çarşıdan aldığı eşyayı eve götürüyor, yemekte peşkirini veriyor ve el suyunu döküyor, bu hizmetlerdeki beceriklilikle göze girmek yolunu buluyordu.
Fakat Tahtakale’deki şöhret onu takip ettiğinden, sevdalananlardan bir baltaya sap olmak isteyenlere kadar birçok adam medreseye gelip kendisinden muska aldıklarından Süleymaniye civarında da Nefesi Keskin Molla diye tanınmakta gecikmedi, yavaş yavaş para kazanmaya başladı.
Müderris Mehmet Çelebi, bir yıl kadar onu hususi hizmetinde kullandıktan; emsileden binaya hatta biraz daha ileriye çıkmasını ve mesela Şafiye, Kafiye gibi kitapları -üstünkörü olsun- devretmesini temin ettikten sonra -büyük bir iyilik diye- danişment yapmıştı. Bu paye, naip mülazımlığı demekti ve ileride Mehmet Çelebi kadı olursa Molla Hüseyin’e de naip, yani kadı muavini olmak hakkını veriyordu.
Lakin onun tabii ve gayritabii aşkları mahzuz etmek, kocasından boşanmak isteyen kadınlara ümit vermek, kısırları doğurtmak, kudretsiz erkekleri zindeleştirmek iddiasıyla üfürükçülüğe giriştiğini, medresedeki odasında kapıyı ardından kilitleyip dua okumak, muska yazmak bahanesiyle bir sürü kepazelikler yaptığını gören müderris efendinin tavrı derece derece değişti, Molla Hüseyin’i artık sevmez oldu ve hizmetinden uzaklaştırdı.
Gerçi o yine danişmentti, fakat efendisine muavin olmak ümidini kaybetmişti. Nitekim bu hakikat biraz sonra açığa da çıktı, Molla Hüseyin’in eli böğründe kaldı.
İzah edelim: Müderris Mehmet Çelebi bir yılbaşı tevcihatı33 sırasında İzmir kadılığına tayin olmuştu. Usule göre Molla Hüseyin’in de onunla birlikte İzmir’e gitmesi lazımdı. Üfürükçü genç bu ümniyye34 ile yol hazırlığına girişmek üzereyken efendisi tarafından şöyle bir tebliğle karşılaştı:
“Sen burada kalacaksın. Yeni müderrise danişment olacaksın. İzmir’de işin yok!”
Molla Hüseyin, birçoğunu iyileştiremediği hastaların siteminden, şöhretinin sarsılmak üzere bulunmasından endişelendiği için kapağı İzmir’e atmayı nimet sayıyordu. Mehmet Çelebi’nin bu tebliği yüreğine elem verdi, beynini altüst etti ve kendisine kapı kapı gezerek bir şefaatçi aramak zorunda bıraktı.
Ağlayarak, sızlayarak şunun bunun ayağına kapanıyordu, Mehmet Çelebi’yi insafa getirmek için bütün tanıdıklarını harekete geçirmeye savaşıyordu. Nihayet emeline muvaffak oldu, yeni İzmir kadısının dostlarından birkaçını kandırarak onun yanına yolladı. Fakat Mehmet Çelebi her iltiması, her şefaati şiddetle reddetti, Molla Hüseyin’i yanına almaya yanaşmadı ve başka bir naip tedarik ederek İzmir’e yollandı.35
Genç üfürükçü bu hüsran demlerinde manevi yardımlara el açmaktan başka çare bulamadı. Aldattığı kızların, oğlanların, birer suretle dolandırdığı sıtmalıların, veremlilerin muhtemel hücumlarından yakasını kurtarmak için Hızır’ı aramaya koyuldu. Tereci, tere satmayı bırakıp tere almaya savaşıyordu.
Dillerde dönüp duran rivayet ve hikâyelere göre kırk gün Ayasofya’daki top kandil altında sabah namazı kılanlar Hızır’la yüzleşmek saadetine eriyorlardı ve bütün dertlere derman vermeye muktedir olan o her yerde hazır, her yerde nazır şahsiyetten dileklerini bol bol alıyorlardı.
Molla Hüseyin de içine düşmüş olduğu ümitsizlik çukurundan kurtulmak için bu efsaneye bel bağlamıştı. Gece yarılarında aziz uykusunu feda etmeye katlanıp yataktan çıkıyordu, hücre komşularına sezdirmeden yalın ayak medrese avlusuna koşuyordu. Tam bir hulus ve tam bir imanla abdest aldıktan sonra pabuçlarını ayağına, yamalı cübbesini sırtına geçirip Süleymaniye’den Ayasofya’ya doğru yola düzülüyordu.
Ticaret fikrine dayanan bu ibadet otuz dokuz gece arızasız devam etti. Molla Hüseyin, deriyi yüze yüze kuyruğuna getirdiğine inanarak sevinç içindeydi, bir gece sonra Hızır’a vereceği dilekler listesinin hayalinde son tashihlerini yapıyordu. Fakat kırkıncı gece bu tashih işiyle biraz fazla meşgul olduğundan uykuya geç daldı, tatlı rüyalar yüzünden de uykusu ağırlaştığından sabah ezanı okunmak demi yaklaşırken uyanabildi; ayağına çabuk davranmaz, imamın mihraba geçmesinden önce top kandilinin altına yetişemezse kırk günlük zahmet ve ibadet heder olup gidecekti. Hızır’la görüşüp СКАЧАТЬ
33
Tevcihat: Atama. (e.n.)
34
Ümniyye: Umut, niyet. (e.n.)
35
Naima, Cinci Hoca’nın hayatında bir dönüm noktası teşkil eden bu hadiseyi şu şekilde anlatır:
“Cinci Hüseyin Efendi talib-i ilim kıyafetinde İstanbul’a gelip Haşan Efendi oğlu Şeyh Mehmet Çelebi’ye dânişmend oldu. Çelebi Süleymaniye Medresesi’nden İzmir kazasına çıktıkta fakir Molla Hüseyin’i istihkar edip mülâzim etmediğinden maada İzmir’e bile götürmeyip İstanbul’da bıraktı. Fakir ağlayıp efendisinin bazı ihvan ve ehibbasından istişfa ettikte anlar dahi ‘Şu biçareye yazıktır. Bu kadar zaman dânişmendiniz oldu. Bile götürün.’ deyu rica ettiklerinde ‘Behey efendi bizim ırzımız vardır. Avrat ve oğlana efsun okuyan bir sehharı nabekârı bile götürüp mansıbımızda bednam mı olalım.’ deyu reddeyledikte biçare Cinci mükedder, nâlân ve giryan kaldı.” (C. 4, s. 35)