Yuvarlak sandığı şeyin para dolu bir kese olduğunu daha ilk temasta anlamış ve bu tesadüfün biraz sonra karşılaşacağı Hızır’dan gelme lütufkâr bir selam olduğunu kuruntulayarak büsbütün heyecanlanmıştı. Lakin bu hadise onun sabit fikre sarılı kalan beynini açtığından abdestsiz olduğunu hatırladı, sevincinden büyük bir kısmını ve hızını kaybetti. Abdest almaya kalkışırsa gecikeceğini, abdestsiz camiye girerse Hızır’ı gücendireceğini düşünüyordu.
Bu sırada Firuzağa Camisi minaresinden ezan sesi yayılmaya başladığını gördü, büsbütün elemlendi, bir dükkânın kapalı kepengine arkasını dayadı, sessiz bir ağlayışla gözyaşı dökmeye girişti.
Boş yere kırk gece uykusuz kaldığına yanıyor, Hızır’ı bulmak ümidinin suya düşmesine yanıyor, medresede geçireceği manasız ve kazançsız günlerine yanıyor, kerametinden şüphelenerek üzerine saldıracak hastaların, âşıkların, kısırların yaygaralarını düşünüp yanıyor ve bütün bu yanışları tek bir deva ile dindirmek ister gibi boyuna gözyaşı döküyordu.
Firuzağa Camisi’ndeki cemaat dağılırken onun da aklı başına geldi, işlek bir caddede şırıl şırıl yaş akıtarak dikilip durmanın biçimsizliğini kavradı, yavaş yavaş geri döndü, medresedeki hücresine kapandı. Ağlarken, düşünürken ve yürürken kırk gecelik zahmet karşılığı olarak ele geçirdiği keseyi unutmuş gibiydi. Çünkü yüzünü saklayıp da sadece selamını yollayan Hızır’ın bu iltifatını mahdut bir kıymette buluyordu. Daha doğrusu keseyi akçeyle dolu sandığından fazla sevinmeye lüzum görmüyordu. Fakat hücresine kapandıktan ve keseyi açtıktan sonra vaziyeti değişti. Ayarı tam altınların ışığı önünde elemi eridi, yüzü güldü. Açgözlü üfürükçü bir yandan altınları öpüp okşuyor, bir yandan deli deli söyleniyordu:
“Yavrularım, canlarım, ciğerlerim! Sizi ben nereye koyayım, nerede saklayayım? Sizin yeriniz canevi olmak gerek!..”
Onları, o sarı çiçekleri gerçekten kalbine sokmak istiyordu. Ömründe yirmi gülü bir demet hâlinde görmediği gibi beş altını da bir yerde temaşa etmek zevkine ermemişti. Şimdi iki yüz altını önünde kümelenmiş görüyor ve koca bir bahçenin bütün çiçekleri -o bahçenin tapu senediyle beraber- kucağına konulmuş gibi neşeleniyordu. Fazla hırs, fazla tamah onun tatmak, koklamak, okşamak hislerini teşviş ve tağşiş ettiğinden altınlarda iç gıcıklayan bir yumuşaklık, yürek bayıltan bir koku ve hatta şekerlerden leziz bir tat buluyordu.
Bu mecnun neşe, bu dalaletli tahassüs uzun bir saat sürdükten sonra sükûna erdi, sıra altınları saklamaya geldi. Genç üfürükçü, sarı çiçeklerini koynunda taşımaktan korkuyordu. Çünkü onların ilk sahibine isabet eden felaketin kendini de bir gün çarpmasını ve altınların ele geldikleri şekilde elden çıkmalarını muhtemel görüyordu. Bu sebeple muattar, rengin ve leziz çiçekleri odasının güngörmez bir kovuğuna saklamaya karar verdi; öperek, ısırarak, koklayarak birer birer istif etmeye koyuldu.
İşte bu heyecanlı tasnif sırasında eline bir bakır mühür ve bir de kâğıt geçti. Çiçekler arasına karışmış çamura benzeyen bu kıymetsiz şeyleri huşunetle bir yana fırlatmak isterken ansızın dimağında beliren bir düşünceyle, onlardan kese sahibini anlamak mümkün olacağı mülahazasıyla duraladı. İlkin mührün ve sonra kâğıdın yazılarını okudu. Mühürde şu ibare yazılıydı:
“Esseyid ve Elhac Muhammedül Yemani.”
Kâğıtta da şöyle bir satır yazılıydı:
“Saray-ı amire hammalan-ı hassasından Esseyid Hacı Mehmet Ağa’ya mahsustur!”
Molla Hüseyin, can ve ciğer yerine koyup da teker teker içine, ruhunun en derin yerine yerleştirmek istediği altınların bir saraylı hamala ait olduğunu öğrenmekle korkmuş değildi. Çünkü alaca karanlıkta eline geçen bir hazinenin saklanacağı yeri saraylı değil, cennetli de olsa ilk sahibinin keşfedemeyeceğini biliyordu. Bununla beraber, sebebini idrak edemediği bir ihtiyat düşüncesiyle o mührü, o kâğıdı atmadı, yine altınların arasına karıştırdı ve onlarla birlikte odasının köşesine gömdü.
Artık yüzü gülüyordu. Hayatın her çeşit tatsız hadiselerini metanetle karşılamaya hazırlanıyordu. Çünkü ufak bir hazinesi vardı.
Hacı Mehmet’i lağım çukurundan çıkaranlar, bastığı yeri görmez bir sersemle değil, aklını oynatmış bir zavallı ile karşılaştıklarını sanarak büyük bir rikkat duyuyorlardı. Çünkü saray hamalı, tepeden tırnağa kadar ufunet37 kesildiği, tahammülü müşkül kokulara bulandığı, salkım salkım pisliğe büründüğü hâlde temizlenmek kaygısı göstermiyordu, kendini çukurdan kurtaranlara birkaç teşekkür kelimesi söylemiyordu, sadece “Param, param!” diye haykırıyordu ve pis elleriyle şunun bunun boynuna sarılmaya kalkışarak halaskâr halkayı hercümerç içinde bırakıyordu.
O devrin insanları düşmüşlere yardım etmekten zevk alırlardı. Hacı Mehmet’i lağım çukurundan çıkaran ve onu deli sanan kimseler de yaptıkları iyiliği yarım bırakmak istemediler, herifin el değdirilmez derecedeki pisliğinden iğrenmediler, zorla koluna girdiler, Mahmutpaşa Hamamı’na götürdüler, bağırıp çağırmasına kulak asmadan kendisini ve elbisesini yıkattılar ve aralarından iki kişi seçip Hacı Mehmet’i Süleymaniye Tımarhanesi’ne götürmeye memur ettiler.
Gerçekten delirecek derecede teessür içinde bulunan hamal, birkaç tellağın kuvvetli pençeleriyle yapılmış sürekli masajlar ve güzel bir yıkanma sonunda aklını devşirmişti; başına gelen felaketi, hikâye edebilecek hâle gelmişti. Hamamın içinden dışına, giyim yerine çıkıp da kendine deli muamelesi yapıldığını görünce saraylılık gururu da harekete geçtiğinden nemli üst havlusu ve alacalı peştamal içinde şöyle bir kabardı.
“Behey divaneler…” dedi. “Beni siz mecnun mu sanırsınız? Saray-ı amirede, şevketlu hünkârın has kulları arasında delinin işi ne? Ben bir hazine kaybettim, onun yasını tutuyorum, onun hasretini çekiyorum. Sizler beni delirmiş sanıp tepemde dua okuyorsunuz. Beni kendi hâlime koyun, yıkılıp işinize gidin!”
Onun saray adamlarından olduğunun anlaşılması, etrafındakileri şaşırttı ve vaziyet birdenbire değişti. Kendini çukurdan çıkaranlar, insani duygularla yapılan bu işi şimdi ödünç hâline koymaya çalışıyorlardı, “İlkin ağa hazretlerini ben gördüm!” iddiasıyla aralarında rekabete girişiyorlardı. Hamamcı da evvelce kirli çamaşırlar arasından çıkarıp herifin sırtına geçirdiği kötü bezi ipekli bir havlu ile değiştirmekte istical gösteriyordu, ayrandan şerbete kadar birçok şeyler getirterek ikramda mübalağa yapmak istiyordu.
Hacı Mehmet, bu değişen dekor içinde başına geleni yanık yanık anlattı, sonunda havluyu sırtından atıp kıllı göğsünü yumrukladı.
“Dert bir değil, iki!” dedi. “Sarayda nefesi keskin hoca beklerler. Eli boş gidersem gazaba gelirler. Hâlbuki ben kendim hocaya muhtacım. Kesemi bulamazsam hâlim harap. Serden СКАЧАТЬ
37
Ufunet: Pis koku. (e.n.)