Название: Sevenler Yolu
Автор: Burhan Cahit Morkaya
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-815-1
isbn:
Ahmet Melih ötekilerin geleceğinden şüphe etmediği için avukatın yazıhanesine telefon etti. Kendisini bulamadı. Kâtibi avukatın birdenbire çıkan bir iş için Feneryolu’na kadar gittiğini söyledi.
“O hâlde gelir gelmez, bu akşam toplantıda kendisini beklediğimizi söyle!”
“Başüstüne efendim.”
Artık yapacak bir iş kalmamıştı. Yazıhaneden çıktı. Otomobile atladı:
“Taksim’e.”
Sinemanın önünde otomobilden indi:
“Sen apartmana git. Hanım bir yere çıkmak ister belki… Sonra garaja gidersin. Ben taksi ile dönebilirim.”
Ve otomobil döner dönmez Sıraselviler’e doğru yürüdü.
Bu geceki eğlenti için Prenses yeni tanıdığı iki genç kadını davet etmişti.
Bunlardan biri bir hariciye memuru ile bir zaman yaşamış şık, zeki bir kadındı. İyi tahsil, terbiye görmüş, seyahatler yapmış; giyinmesini, yakıştırmasını iyi kavramış bir kadın, Prenses’in apartmanında kendini Necla diye tanıtmıştı. Fakat asıl ismi olmadığı muhakkaktı. Çekik siyah gözlü, duru beyaz tenli, narin vücutluydu.
Öteki genç kadın Esved isminde, adının aksine pembe, sarışın, iri mavi gözlü bir gençti. Geniş omuzları ve kalçaları, uzun boyu ilk hamlede Necla’dan çok göz alıyordu. Fakat ötekindeki incelik bunda yoktu.
Ruhsar Hanımefendi dışarıdaki vasıtalarıyla ele geçirdiği bu kadınları tecrübelerine göre âdeta imtihandan geçirdikten sonra kabul ettiği için bu dairede görülen kadınların en inatçı ve titiz erkekleri memnun edecek kadınlar olduğuna şüphe etmemek lazımdı.
İki kadın daha gündüzden apartmana gelmişler, tuvaletlerini tazelemişlerdi. Ruhsar Hanımefendi Nâzım Cemal’in meclis odası adını verdiği büyük yemek salonunda zengin bir masa hazırlamıştı.
İlk gelen Nâzım Cemal oldu.
Onun böyle eğlencelere yüzü yoktu. Hiçbir kadının tahakkümünü kabul etmeden yaşayan Nâzım Cemal Bey kırk beş yaşının artık hesaplı, temkinli olmak hususundaki ikazlarına rağmen kendini üst üste eğlencelerden vazgeçiremiyordu.
Saçlarındaki beyazlar siyahları mağlup etmişti. Göbeği vücudunu ikiye bölecek kadar yükselmişti. Göz kapaklarındaki çizgiler kalınlaşmış, perde hâline gelmişti. Fakat o, bu çöküntü âlemlerinden korkmuyordu. Bu her fâni mahlukun ne kadar itina etse yine mukadder akıbeti idi. O asıl ruhi inkırazdan korkuyordu.
Arzuların bittiği yerde insan bir külçe ve hayat bir işkence sayılırdı. Ve çok şükür Nâzım Cemal henüz nefsinde böyle bir isteksizlik, yorgunluk hissedenlerden değildi.
Sıraselviler’deki apartmanda onu ilk karşılayan Ruhsar Hanımefendi oldu. Kuyruklu sürmelerle göz bebekleri dışarı fırlamış gibi çiğ bakan Prenses, katmerli gerdanını titreten bir eğreti heyecan içinde pırlanta, yakut ve zümrüt yüzüklerin kümelendikleri ellerini uzattı:
“Hoş geldiniz, safa geldiniz beyefendi. Göreceğimiz gelmişti vallahi.”
Misafir ağırlamasını, herkesin zevkine göre vaziyet almasını o kadar iyi biliyordu ki bu apartmana gelip de onun tatlı diline, güler yüzüne hayran olmadan çıkan işitilmemişti.
Nâzım Cemal yarını düşünmeyen insanlara mahsus bir gönül rahatlığı içinde teklifsiz, laubali, salona geçerken soruyordu:
“Hani ya, bizimkiler yoklar mı daha?”
“Nerede ise gelirler beyefendi.”
Ve sonra bayat bir şuhluk içinde gülerek ilave etti:
“Onlar sizin gibi genç değiller… Geç kalırlar.”
Ve kalın, kof kahkahalar içinde tuvalet teşhir eden birer mağaza gibi ayakta duran kadınları gözünün ucuyla işaret etti:
“Tanışmazsınız zannederim. Necla Hanım, Esved Hanım.”
Ve onlar üç dört saatten beri bekledikleri bu erkek misafirin gelişinden sıkılmışlar, utanmışlar gibi utanmaya benzer bir büzülüşle ellerini uzattılar. Nâzım Cemal o kadar pişkin ve alışkındı ki değil böyle sıkılma, utanma numaraları yapan kadınları, bu hayata hakikaten ilk olarak adımını atınca heyecandan ve hicaptan ağlayan, yalvaran ve kaçmak isteyen kadınları bile bir iki saat içinde bir kadehten içki içecek kadar eğlendirmenin yolunu bilirdi.
Daha oturmadan şakalaşmaya başladı.
“Her şeyden evvel bu güzel hanımların isimlerini değiştirmeli. Böyle kanarya gibi mahlukun adı Esved olur mu canım?”
Ve bir eski ahbap teklifsizliği ile çenelerini, yüzlerini okşayarak aralarına girdi. İki hizmetçinin henüz mezelerini yerleştirmeye çalıştıkları yemek salonuna doğru sürükledi.
“Bizimkiler gelmeden birer tane çakabiliriz. Oooh doğrusu nefis şeyler… Bizim Prenses tabiat sahibidir canım. Bu kadar şık bir sofra hazırlamak herkesin harcı değildir vallahi.”
Ruhsar Hanımefendi göz bebeklerini devirip gerdan kırarak gülümsedi:
“İltifat ediyorsunuz canım. Fevkalade ne var ki?”
İki genç kadın çekingen ve isteksiz, bu teklifsizlikleri ayıplar gibi dudak bükerek birbirlerine bakıyorlardı.
Aralarında en samimi olan yine Nâzım Cemal Bey’di. O böyle eğlentilerin kurdu olmuştu. Bu süs ve şatafat içinde sahiden hanımefendi rolü oynayan Prenses’in ne düşük ve aşağılık bir nazenin eskisi olduğunu biliyordu. Bu salona giren kadınların da evlerinden zorla getirilmiş namus ve ismet kurbanları olmadıklarına şüphe yoktu. Bunun için böyle toplantılarda kendinden başkasını düşünmezdi. Bütün bu sıkılmaların, dudak bükmelerin, yapmacıkların ve iğretiliklerin mesleğin iğrenç ve bayağı birer cilvesi olduğu malumdu. İlk görüştükleri anda bu numaraları yapan kadınların bir iki kadeh içtikten sonra şıkır şıkır oynadıklarını çok görmüştü.
Ağız ağıza doldurduğu kadehleri işaret etti:
“Haydi bakalım küçük hanımlar, çekelim.”
Ve onları beklemeye bile lüzum görmeden kendi kadehini yuvarladı.
“Ooooh! Rakı da güzel. Ben rakıyı başka içkilere tercih ediyorum. Çünkü az içilirse mide bozmuyor. Şarap bana baş ağrısı yapıyor. Ama biz içmesini bilmiyoruz doğrusu. Şarap yemek arasında bir kadeh içilirse faydalıdır. Fakat çokları şişeyi deviriyorlar. Sonra iki gün baş ağrısı çekiyorlar.”
Kadınların kadehlere yalnız dudaklarını dokundurup bıraktıklarını fark etmişti. Gülerek Prenses’e işaret etti:
“Bu küçük hanımlar СКАЧАТЬ