“Hayır.”
“Ben tütün kesesiyle beraber bir çakmak çıkardım mı?”
“Çıkardın.”
“Sigaralarımızı o çakmakla yakmadık mı?”
“Yaktık.”
“Buradan kalkıp bir yere gittik mi?”
“Hayır.”
“Öyleyse çakmak nerede?”
“Ben ne bileyim?”
“Sen aldın…”
“Haşa…”
İboş üstünü başını, yerleri, çimenlerin arasını dikkatle, tekrar tekrar aradı. Çakmağı Mıstık’ın çaldığından artık hiç şüphesi kalmadı. Bunun hemşehriliğe yakışmayacağını söyledi. Yalvardı yakardı. Mıstık “Haşa… Kabul etmem vallahi…” diye birbiri arkasına yeminleri basıyor, arkadaşının bu ithamını ağır bir hakaret sayarak kabarıyor, kavga çıkarmaya kalkıyordu. İboş’un eski memleketinde tuhaf bir şöhreti vardı. Ona “Bir pire için yorganı yakan” derlerdi. En ufacık hakkını bile kimsede bırakmazdı. Hatta bir defa, eşyasını taşıdığı bir müdde-i umumi, bozukluğu olmadığı için sürücü ücretinden iki kuruşçuğunu eksik vermişti. Bu iki kuruşu bırakmamak inadıyla İboş o vaktin müfettiş-i umumiliğine, dahiliye nezaretine, vilayete tam beş yüz kuruşluk şikâyet telgrafı çekmişti.
Bu vaka bütün Rumeli’nce meşhurdu.
“Sen beni bilirsin Mıstık…” dedi, “Ben kimsede bir şeyimi bırakmam. Ver şu çakmağı.”
“Almadım vallahi…”
“E, sen almadın, ben de almadım, ecinliler mi gelip aldı?”
“Bilmem.”
“Ben senden bu çakmağı çıkarırım.”
“Almadım ki, ne çıkaracaksın…”
…
?..
....
İboş mahkemeye müracaatla dava ecinniler söyledi. Hiddetle, kasabaya doğru giden yola atıldı. Hâlbuki Mıstık çakmağı çalmıştı.
İçinden: Görmeden aldım. Şahit yok sepet yok. Bir yemin değil mi? Ederim. dedi. Dışından -bir dakika evvel o kadar tatlı tatlı muhabbet ettiği arkadaşına- acı acı haykırdı:
“Haydi beraber gidelim, ben de senden namus davası edeceğim.”
“Haydi gel…”
Etrafı derin hendeklerle çevrilmiş tozlu yoldan yan yana yürümeye başladılar; ama iki şaşı göz gibi biri sağa, biri sola bakıyordu.
Yarım saat sonra…
Hükûmet konağındaki küçük mahkeme salonunda idiler. Alt kattan, azgın zaptiye beygirlerinin kişnediği, tepindiği işitiliyor; açık pencerelerden birbirlerini öldürmek için kovalıyorlar sanılan kırlangıçlar giriyorlar, siyah tahtalı eski tavanın çatlaklarında, çamurdan delikleri andıran yuvalarına konuyorlardı.
Ak sakallı hâkim, enfiyesini çekerek bu iki yabancının davasını dikkatle dinledi.
İboş’a sordu:
“Bu adamın çakmağını çaldığına şahidin var mı?”
“Yok.”
Mıstık’a döndü:
“Sen de çalmadım diyorsun.”
“Evet. Hem de namus davası ediyorum. Bana hırsız demek istiyor. Ben bunu kabul etmem.”
“O başka mesele… Şimdi sen çalmadığına yemin edeceksin. Eder misin?”
“Ederim.”
“Öyleyse evvela, senin istediğin dava görülmüş olur, yani hırsız olmadığın meydana çıkar. Namusun temizlenir.”
“Pekâlâ!”
Gayet soluk, lekeli bir yeşil çuha örtülmüş kürsüye yaklaşan Mıstık yine yeşil bir bohçaya sarılı kitaba elini bütün kuvvetiyle bastı, çakmağı almadığına yeminler savurdu. O anda onun kazandığı davayı İboş kaybetti!
(…) Tam dışarı çıkarlarken sevinen Mıstık’a hâkim:
“Oğlum, sen on kuruş vereceksin!” dedi.
Mıstık ağzıyla gözlerini açtı:
“Niçin? Ben davayı kazanmadım mı?”
“Kazandın.”
“Çakmağı benim almadığım meydana çıkmadı mı?”
“Çıktı.”
“Öyleyse ne parası istiyorsun?”
“Mahkeme masrafı…”
!..
Mıstık vurulmuş gibi durdu. Önüne baktı. Ağzını yüzünü buruşturarak düşündü. Sonra İboş’a döndü. Yavaş yavaş elini koynuna soktu.
!..
?..
“Altmış paralık şey için on kuruş veremem! Al malını uğursuz…” diye, biraz evvel katiyen çalmadığı tahakkuk eden çakmağı arkadaşının suratına fırlattı
MERMER TEZGÂH
Yarım Mizah
Cabi Efendi, öyle her ihtiyar gibi sabahtan akşama kadar evinde pineklemezdi. Vakıa yine ciddi bir işe elini sürmez: “Yiyeceğim var, içeceğim var! İş benim neme gerek?” derdi. Ama her sabah güneş doğmadan kendini sokağa atardı. Yegâne merakı “dünyanın ahvalini” tetkikti! “Okuryazar” güruhundandı; fakat bu faziletini hiç kullanmıyordu. Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tutamaz: “İşte nadanların akıl ambarı!” diyerek gülümserdi. Onun fıkrince kitaplar “hakikat’in üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli kerpiçlerdi. Bu kerpiçleri toplayıp bir tarafa atmayan, mümkün değil, hakikati göremezdi.
Hakikat kitapta değil, hayatın kendisinde idi. Kitaba inanan esir olur, zihni katılır, kafası kerpiçleşirdi. Hâlbuki, ancak her gün değişen, hiçbir mefhumun dar çerçevesine sığmayan hayat okunmaya layıktı. Hayatın her adımında binlerce garibe, binlerce sır binlerce dalavere gizliydi. İlim, hikmet, hars, felsefe, СКАЧАТЬ