“Ne hediyesi?”
“Dayının çocukları sünnet oldular. Yarın akşam davetliyiz. Ne hediye götüreceğiz? Bu ay düğünleri olan iki akrabamıza beşer liralık hediye götürdük.”
Cevriye Hanım:
“Mutlaka maddi bir hediye götürmek lazım mı?” dedi, “Manevi bir hediye götürelim. Bedava fakat pek çok kıymetli bir şey…”
“Ne gibi?”
“Ben bir şiir yazayım. Onu götürelim.”
“Böyle maskaralık olmaz.”
“Vay, sen şiiri hakir görüyorsun ha…”
“Canım… Şey.”
“Ne…”
“Böyle şey olur mu?”
“Niçin?”
“Sonra bize…”
“Ne diyecekler…”
“Deli derler…”
…
…
Karı koca yarım saat kadar münakaşa ettiler. Her münakaşadan olduğu gibi onların münakaşalarından da hiçbir netice çıkmadı. Fikirlerinin çarpışmasından âdeta hakikat şimşeği söndü. Ay, onları daha iyi görebilmek için yavaş yavaş, çaktırmadan, daha tepeye, göğün ta ortasına çıkıyordu. Cevriye Hanım: “Boş laflarınla şairane hayalatımı dağıtıyorsun!” diye kocasına darıldı. Rebabi teessüründen, gerine gerine yatak odasına çıktı. Balkonda yalnız kalan Sadi Bey, karısının içine fenalık verecek derecede müessir olan bu ulvi manzara içinde, yarın alacağı hediyeyi düşündü.
“Ne alayım? Ne alayım?..” diyordu. İki tane sünnet çocuğu… Birer kol saati alsa… Üçer liradan altı lira… Birer hokka takımı… Beşer liradan on lira. Pigmalyon’da kemik bir kâğıt bıçağının fiyatını sormuş ve tenekeden ürken cesur bir spor beygiri gibi iki adım geriye fırlamıştı. Bir kâğıt bıçağı beş buçuk liraya idi… Düşündü. Düşündü. Dünyada ucuz bir şey kalmamıştı. Bu ay hediye için on lira, mümkün değil veremeyecekti. Ayın nihayetine daha on sekiz gün vardı. Gözlerini havadan denize indirdi. Ayın aksi içinden bir karartı geçiriyordu. Dikkat etti. Bir torpido…
Havada ay… Denizde ayın aksi… Ayın aksinin içinde yaldızlı, gümüşi köpükler saçarak yürüyen sessiz, kahraman bir torpido… Bir ressam olsa şu manzaraya deli olurdu.
Sadi Bey, böyle düşünürken sanki ressammış gibi deli oldu:
“Buldum! Buldum!..” diye haykırdı.
Karısı henüz uyumamıştı. Yatak odasının penceresinden dağınık saçlı başını çıkardı:
“Ne buldun?”
“Alacağımız hediyeyi…”
“Ne? Ucuz bir şey mi?”
“Hem ucuz hem pahalı…”
“Pahalı… Kaç kuruş? Bin kuruş mu?”
“Hayır, bir milyon kuruş…”
“Tanesi mi?”
“Evet.”
“Sen deli olmuşsun? Bu parayı nerede bulacaksın?”
“Bir milyon kuruş kıymetinde ama tanesi bir liraya…”
“O ne?”
“Bil bakayım…”
“Benimle eğleniyorsun…”
“Hayır, vallahi sahi söylüyorum.”
“Söyle Allah aşkına ne?”
“Söylemem, sen de düşün, bul…”
“Söyle diyorum, şimdi zihnim dağınık…”
“Canım sende hiç sürat-i intikal yok mu?”
“Sende sürat-i intikal yoktur.”
Sadi Bey balkonda bir kahkaha attı.
“Pekâlâ, bende sürat-i intikal yoktur. Sende vardır. Öyle ise işte sana söylüyorum. Bir milyon kuruş kıymetinde bir hediye! Fakat alırken bir liraya alacağız. Nedir? Bu…”
“Eğleniyorsun benimle…”
“Hayır, eğlenmiyorum.”
“Yenir mi, yenmez mi?”
“Yenmez be… Bir milyon liralık şey hiç yenir mi?”
“Büyük mü, küçük mü?”
“El kadar.”
Cevriye Hanım, pencereden yarı beline kadar sarkarak balkona atılacakmış gibi kocasına bakıyor, düşünüyor, düşünüyor, bir türlü bulamıyordu.
“Yumuşak mı, katı mı?”
“Yumuşak ama pamuk gibi değil. Kâğıt gibi.”
“Baş harfini söyle.”
“Dal…”
Cevriye Hanım “dal” harfiyle başlayan birçok şey saydı: “Dondurma, davul, dama, def, damızlık koyun, duvar saati, dev aynası, darı, diba, demir, dem çeken güvercin, derrace, dikiş makinesi ve ilh…” O söyledikçe Sadi Bey gülüyor: “Bu milyon kuruş kıymetinde mi?” diye karısını üzüyordu. Cevriye Hanım bu hediyenin ne olduğunu bulamadı. Canı öyle sıkıldı ki… Nihayet cevaben dedi ki:
“Söyle, nedir. Yoksa vallahi kendimi aşağı atarım!” diye haykırdı.
Sadi Bey gülmekten katılıyor, parlak kafası sarsılıyordu.
“Kendini atmaya hacet yok, de ki: ‘Bende sürat-i intikal yok.’ söyleyeyim.”
“Pekâlâ, yok…”
Sadi Bey sandalyesinden kalktı. Meraktan kıvranan karısının yüzüne bakarak şen ve keyifli bir kahkaha attı: “Donanma piyangosu be…” dedi. Ağır bir masraftan birdenbire kurtulan züğürtlere mahsus samimi bir sevinçle ellerini ovuşturarak içeri girdi ve o gece pek rahat bir uyku uyudu.
BİNECEK ŞEY
Derviş Hasan birdenbire durdu. Kirli, yırtık yenleriyle alnının terlerini sildi. Sıcak bir haziran güneşi dünyayı sebepsiz bir bela gibi kasıp kavuruyordu. Sabahtan beri, dört saattir hiç durmadan СКАЧАТЬ