Forsa. Омер Сейфеддин
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Forsa - Омер Сейфеддин страница 6

Название: Forsa

Автор: Омер Сейфеддин

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-40-2

isbn:

СКАЧАТЬ gözüne girmişti! Bu tehlikeli kalede ümeradan kimse kalmaya cesaret edemiyordu. Kendi isteyerek kalmış, kaç defalar bozmuştu. Sonra kumandan olduğu Erzurum havalisinde de namı düşmanları titretmiyor muydu? Lakin işte nasılsa bir tedbirsizlik etmişti. Padişahın bu serhadde gönderdiği yeniçerilerle ümera maiyetine “Kışın Erzurum Kalesi’nde çok adam barınamaz.” diye izin vermiş, Mirza İsmail’in zuhurunu hiç düşünmemişti. Elinin altındaki asker pek azdı. Hemen yalnız ümera ile kapı halkından ibaret gibiydi. Sonra, Mirza ile karşılaşmazdan bir gece evvel gördüğü o rüya… İşte hatırlıyordu; kendi siyah at üstünde dar, çalılık bir yoldan giderken önüne bir yılan çıkmıştı. Bu yılan çatal dilini ona çıkarıyor, çalıların arasına kaçıyordu. Atından atlıyor, koşuyor, onu tutuyordu ama tutar tutmaz elleri kan içinde kalmıştı. Artık yılan filan yoktu. Sabahleyin yanına gelen ümera ile ulemaya bunu anlatmış, biri:

      “Yılan tutmak zehir tutmaktır. Gam ile gussa suretidir.” demiş, ihtiyar bir hoca da:

      “Şahoğlu galiba üzerinize geliyor. İnşallah onu tutacaksınız.” diye tabir etmişti.

      İşte o bu hayırlı tabire inanmış, Mirza’nın kendini aldatmak için ileri sürdüğü iki alayını görünce, sabrını, kararını, aklını, muhakemesini kaybederek üzerlerine atılmıştı. Vakıa sonra arkasını kaleye verdi. Saatlerce dövüştü. Altında on iki at öldü. Cenk meydanında gece oluncaya kadar, tek başına kalıncaya kadar vuruştu. Fakat harp yalnız cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı. Tedbirli, büyük padişah serhadde o kadar asker tayin etmişken o, bu hareketin hikmetini anlamamış, birçoğuna icazet vererek evlerine göndermişti. Kabahati büyüktü! Affolunamayacak derecede büyüktü! Bu kabahati ancak ölüm temizleyebilirdi…

      Yine ölümünü düşünmeye başladı. Evet, artık İstanbul’dan çıkan cellatla hasekiler ihtimal çok yaklaşmış olmalılardı. Kazaya rızadan başka ne çare vardı? Yavaş yavaş doğruldu. Odasının hiç aydınlatmadığı karanlığına gözleri alışıktı. Geniş sediri, köşede duran abdest leğen ibriğini görüyordu. Pencerenin kapakları etrafında ziyadan ince çizgiler parlıyordu. Kalktı ve titreyerek dolabın rafındaki küçük testiden birkaç yudum su içti. Sonra sedire uzandı. Kâhyasını çağırdı:

      “Fazıl!”

      “Efendim.”

      “Gel içeri.”

      Uzun, dar cübbeli, bodur üsküflü delikanlı girdi:

      “Buyurunuz efendim?”

      “Fermanımızı getirenlerin buraya pek yaklaştıkları bana malum oldu. Sen hep yola bak. Bekle. Yolda atlıları görünce hemen gel, haber ver. Eğer uyuyorsam uyandır, abdest alayım. Namaza durayım. Ben tahiyyatta otururken cellat aldığı emri yapsın. Hasekilere de söyle. Vasiyetim budur. Ben hiçbirini görmeyeyim. Anladın mı oğlum?”

      “Anladım efendim.”

      Delikanlı hıçkırıyordu. İskender Paşa gözlerini kapadı. Kâhya dışarı çıkınca odanın eski sanduka sükûtu sabahsız bir bela gecesi gibi yine karardı.

***

      Bir gün, akşama doğru, bu abus karanlıkta İskender Paşa tövbe istiğfar ederken kâhya kapıdan içeri girdi. Ağzını açamadı.

      …

      “Ne var oğlum?”

      …

      “Söylesene…”

      “Geliyorlar!”

      Kimlerin geldiğini sormaya hacet yoktu. Biliyordu.

      “Pekâlâ.” dedi, “Vasiyetimi aynıyla icra et. Sakın namazımı lafla bozmasınlar. Ne emir aldılarsa yapsınlar. Ben Allah’la beraberim.”

      Delikanlı velinimetinin ellerini tuttu. Ağlayarak öpmeye başladı.

      “Bana hakkınızı helal ediniz efendim.”

      “Helal olsun oğlum, inşallah muradına eresin. Sakın bana laf söyletme… Haydi, şimdi şu pencerelerin kapaklarını aç.”

      Ağlayan kâhya haftalarca örtülü kapakları açtı. İçeriye çiğ bir aydınlık boşandı. Uzaktan kaldırdıkları toz duman önünde birtakım süvariler koşuşuyordu. Paşanın zaten abdesti vardı. Kıbleye doğru serilmiş seccadesinde ayağa kalktı. Başını sağa çevirdi. Açılan pencerelere baktı. Bu mavi göğü, bu beyaz bulutları artık son defa görüyordu. Zayıf ellerini kulaklarına götürdü; dünyaya, masivaya dair aklında ne varsa unutmak için bir daha kendini zorladı. İçinden, Allah’la beraber olayım! dedi. Sureleri okuyor, rükûya, secdeye varıyordu. İki rekât kıldıktan sonra tekrar namaza durdu. Hem okuyor hem istemeyerek nal sesleri, kılıç şakırtıları duyuyordu.

      Yukarı çıkıyorlardı!

      En hafif bir patırtı dimağında gürültülü akislerle büyüyordu. Kâhyasının fısıldayan sesini bir nara gibi işitti. Vasiyetini onlara söylüyordu:

      “Sakın namazını bozmayın.”

      “Olur, olur.”

      “Ne emir almış iseniz hemen yapın.”

      “Peki! Peki!”

      “İşte burada! Gelin…”

      Arkasındaki kapı açıldı. Vücudunu yakarak damarlarından hızla çekilen bütün kanlarının tıkanmış göğsüne biriktiğini hissetti. Boğulacaktı. Nefes alamıyordu. Tahiyyatta oturuyordu. “Eşhedü enla…” derken dizinin üstünde taş kesilen sağ elinin şahadet parmağını kaldırmak istedi. Şuurunun son gayretini sarf etti. Kaldıramadı.

      Kuvveti yoktu. Ettehiyyat’ın aşağısını okuyamadı. Çeneleri kitlendi. Gözleri kararıyordu. Beklediği soğuk teması ensesinde şiddetle duydu. Kalbi durdu. Hatta titreyemedi. Fakat… Hani? Tekrar çarpmaya başlayan kalbiyle zehirli bir ateş bütün vücuduna yayıldı. Her tarafı yanıyordu. Düşecekti. Düşmeden en son bir gayretle selam verdi:

      “Esselamu aleyküm ve rahmetullah…”

      Soluna da döndü. Sonra, hiçbir tarafa bakmadan gözlerini kapadı:

      “Ne durursunuz, haydi!” diye son nefesini çıkardı.

      ….

      “Size hatt-ı şerifle padişahımızın ihsanları var, paşam!”

      ….

      Tanımadığı bir ses!.. Başını arkaya çevirip yalın kılıç yahut elinde kemendiyle yağız bir ifrit görecek yerde, kırmızı esvaplı, şal kuşaklı, sırma üsküflü dört çavuş gördü. Birisi kucağında kundak gibi büyük, sırmalı bir bohça tutuyordu. İkincisinin elinde altın bir kılıç… Üçüncüsüne göz attı, murassa bir topuz… Dördüncü çavuş yürüdü. Yanına yaklaştı. Diz çöktü. Elinde tuttuğu kırmızı torbayı öptü. Başına koydu. Sonra ona uzattı. Kılıçla kement görmeyen paşa şaşırmıştı. Kendisine uzatılan torbayı dalgın bir isticalle kaptı. Hızla öptü. Başına СКАЧАТЬ