“Hangi diğeri?”
“Şu dama tahtasına sokulan işte!”
“Yok artık! Hatırlamıyorsun sanki!”
“Hayır kardeşim, bütün hamleleri saydım ve hatırlıyorum. O taşı şimdi ilerlettin. Onun yeri işte şurası!”
“Nasıl yani? Neresiymiş yeri?” dedi Nozdrev yüzü kızararak. “Bakıyorum da uydurmaya da başladın!”
“Hayır kardeşim, sen uyduruyorsun ama pek de başarılı olamadın.”
“Beni ne sanıyorsun sen?” dedi Nozdrev. “Hile yapıyorsun mu diyorsun sen bana?”
“Sana bir şey yapıyorsun demiyorum ama seninle bundan böyle bir daha oyun oynamam diyorum.”
“Hayır, şimdi bırakamazsın!” dedi Nozdrev alevlenerek. “Oyun çoktan başladı!”
“Bırakabilirim çünkü dürüst bir insan gibi oynamıyorsun.”
“Hayır, yalan söylüyorsun! Benimle böyle konuşamazsın!”
“Hayır kardeşim, asıl sen yalan söylüyorsun!”
“Hile yaptığım yok benim! Başladığın oyunu bitirmeden bırakamazsın!”
Çiçikov soğukkanlılıkla:
“Beni oynamaya zorlayamazsın!” dedi ve dama tahtasına yaklaşıp taşları dağıttı.
Nozdrev bir anda parladı ve Çiçikov’a o kadar yaklaştı ki misafir, iki adım gerilemek zorunda kaldı.
“Oynamak zorundasın! İstediğin kadar karıştır taşları, bütün hamleleri hatırlıyorum. Hepsini eski yerine koyacağız.”
“Hayır, kardeşim. Bu iş bitti, seninle bir daha oynamam.”
“Oynamak istemiyorsun, öyle mi?”
“Seninle oyun oynanmaz, bunu kendin de görüyorsun.”
“Hayır, açıkça söyle, oynamak istiyor musun istemiyor musun?” dedi Nozdrev daha da yaklaşarak.
“İstemiyorum!” dedi Çiçikov ve olur da işler iyice kızışır diye her ihtimale karşı iki elini kaldırıp yüzüne siper etti.
Aldığı bu önlem oldukça yerinde olmuştu çünkü Nozdrev, elini kaldırmıştı. Kahramanımızın hoş ve tombul yanağında neredeyse izi silinmez bir leke bırakacaktı ama o, bu vuruştan ucuz kurtuldu, Nozdrev’in iki elini sıkıca tuttu.
“Porfiri, Pavluşka!” diye sinirden kudurmuş gibi bağırdı Nozdrev, ellerini kurtarmaya çalışarak.
Nozdrev’in bağırdığını duyan Çiçikov, bu cazip sahneye onların şahit olmaması adına ve öylece durmak saçma geldiği için Nozdrev’in ellerini bıraktı. Bu sırada içeri Porfiri ve iri yarı bir genç olan Pavluşka girdi; onunla herhangi bir kavgaya girmek, zararına olurdu.
“Oyunu bitirmek istemiyor musun yani?” dedi Nozdrev. “Bana açıkça söyle!”
“Oyunu bitirmenin imkânı yok.” dedi Çiçikov ve pencereden dışarı baktı. Dışarıda tamamen hazır hâldeki arabasını gördü, Selifan da kapıya gelmeye hazır gibi görünüyordu ama odadan çıkmak mümkün değildi. Kapının önünde iri yarı iki köylü, aptal serf duruyordu.
Nozdrev alev alev yanan yüzüyle:
“Demek oyunu bitirmek istemiyorsun, öyle mi?” diye tekrar etti.
“Edepli, dürüst bir insan gibi oynasaydın bitirirdim. Ama artık olmaz.”
“Artık olmaz öyle mi? Alçak! Kazanamayacağını görünce cayıyorsun, olmaz!” dedi, sonra Porfiri ve Pavluşka’ya dönüp “Vurun şuna!” diye bağırdı gözü dönerek. O da eline kiraz ağacından yapılma çubuğu aldı. Çiçikov, bembeyaz kesilmişti. Bir şeyler söylemek istiyordu ama dudaklarının hiç ses çıkarmadan kıpırdadığını hissediyordu.
Nozdrev, kiraz ağacından yapılma çubuğuyla sanki zapt edilmez bir kaleyi ele geçirmek ister gibi gözü dönmüş, kan ter içinde öne atılarak:
“Vurun şuna!” diye bağırdı. Büyük bir hücum sırasında kontrol altında tutulması emredilen, delice cesaretiyle ünlenmiş, atılgan bir teğmen birliğine nasıl “Haydi çocuklar, ileri!” diye haykırıyorsa öyle bağırmıştı. Ama teğmen çoktan bir savaş coşkunluğu içindeydi, sarhoş olmuş gibiydi; gözünün önüne hep Suvorov geliyor, onun gibi yüce bir işe girişiyordu. İleri atılırken “Haydi çocuklar, ileri!” diye haykırdı. Bu sırada iyice düşünülmüş hücum planına zararı dokunduğunu; bulutlara kadar ulaşan, zapt edilmez kale duvarının mazgallarından üzerlerine dönmüş milyonlarca tüfek namlusunun güçsüz birliğini tüy gibi havaya savurduğunu ve yaygaracı gırtlağına saplanmaya hazırlanan korkunç bir merminin ıslık çalarak yaklaştığını hiç fark etmiyordu. Ama Nozdrev kaleye saldıran, kontrolü kaybetmiş atılgan teğmene benzese de saldırdığı kale hiç de zapt edilmez gibi durmuyordu. Aksine, kale öyle korkuyordu ki yüreği ağzına gelmişti. Kendini korumak için almayı aklına koyduğu sandalyeyi de o iki köylü çoktan elinden çekip aldığı için gözlerini yummuş, yarı ölü bir şekilde ev sahibinin Çerkez çubuğunun tadına bakmaya hazırlıyordu kendini; Tanrı bilir, daha başına neler gelecekti! Ama talih kahramanımızın yüzüne güldü de yanlarına, omuzlarına ve vücudunun hiçbir edepli yerine zarar gelmedi. Birden beklenmedik bir şekilde şıngırdayan zil sesleri, evin giriş kısmına uçar gibi gelen at arabasının tekerlerinin tıkırtısı, arabayı çeken üç atın ağır hırıltıları ve zorla nefes alışları duyuldu. Odadaki herkes gayriihtiyari pencereden dışarı baktılar: At arabasından üzerinde, yarı askerî redingotu olan, bıyıklı biri indi. Giriş kısmında birilerine bir şeyler sorduktan hemen sonra hâlâ korkudan kendine gelememiş ve bir ölümlü için yaşanabilecek en sefil durumda bulunan Çiçikov’un olduğu odaya girdi. Elinde bir çubuk tutan Nozdrev’e ve bu kötü hâlinden yavaş yavaş sıyrılmaya başlayan Çiçikov’a şaşkınlıkla bakan yabancı:
“Bay Nozdrev’in hanginiz olduğunu öğrenebilir miyim acaba?” dedi.
Nozdrev adama yaklaşarak:
“Öncelikle kiminle konuşma onuruna nail olduğumu öğrenebilir miyim?”
“Komiserim.”
“Ne için gelmiştiniz?”
“Bana ulaştırılan tebligatı, size iletmek için geldim. Hakkınızdaki dava sonuçlanana kadar gözaltında kalacaksınız.”
“Bu ne saçmalık! Ne davasından bahsediyorsunuz?” dedi Nozdrev.
“Toprak beyi Maksimov’u, sarhoş hâlde sopayla dövdüğünüz için açılan davadan bahsediyorum.”
“Yalan söylüyorsunuz! Ömrümde Maksimov’u hiç görmedim ben!”
“Saygıdeğer СКАЧАТЬ