Ölü Canlar. Николай Гоголь
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ölü Canlar - Николай Гоголь страница 1

Название: Ölü Canlar

Автор: Николай Гоголь

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6862-73-9

isbn:

СКАЧАТЬ n bir küçük soyluydu. Nijena’da açılan Yüksek Bilimler Askerî Lisesine başladı ve burada altı yıl okudu. Lisedeyken edebiyatın yanında tiyatro da ilgisini çekti, piyeslerde rol aldı. 1828’de bitirme sınavını geçtikten sonra kısa süreli olarak memuriyet görevinde bulundu. 1831’de Dikanka’nın ilk bölümünü, 1832’de ikinci bölümünü yayımladı. Bu eserle Rusya ve Slav dünyasında büyük ün kazandı. 1835 yılında Mirgorod ve Arabeski adlı eserlerini yayımladı. Yazdığı tek perdelik tiyatro eserleri de dâhil olmak üzere, içinde memuriyet ve askerlik geçen bazı eserleri, sansür nedeniyle yeniden kaleme alındı. Son olarak 1842’de Ölü Canlar adlı uzun romanına yönelik Petersburg Sansür Komitesi incelemesi gereğince Gogol, romanın Yüzbaşı Kopeykin’in Uzun Öyküsü bölümünü yeniden elden geçirmek durumunda kaldı. Ruhsal ve fiziksel sağlığı giderek bozulmaya başlayan ve zaman zaman maddi sorunlar da yaşayan Gogol, 21 Şubat 1852’de öldü. Bazı eserlerinde gerçekçiliğin dışına çıkan, doğa dışı fantastik tipler ve olaylar yazan Gogol, aynı zamanda Müfettiş ve Ölü Canlar gibi eserlerinde gerçekçiliğin şaheserlerini kaleme almıştır.

      Eserleri: İki Soylu Kişinin Öyküsü, Masallar, Müfettiş, Palto, Ölü Canlar, Burun, Bir Delinin Hatıra Defteri, Portre, Eski Zaman Beyleri, Taras Bulba, Fayton, Kumarbazlar, Dava, Evlenme, Petersburg Hikâyeleri, Dikanka.

      Ecem Kaya, 1997 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da tamamladı. 2020 yılında Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Hâlen, çoğunlukla edebiyat alanında serbest çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.

      BİRİNCİ CİLT

      BİRİNCİ BÖLÜM

      N. vilayetinin merkezindeki bir otelin avlu kapısından içeri; bekâr yarbay emeklilerinin, kurmay yüzbaşıların, yaklaşık yüz cana sahip toprak beylerinin, kısacası yalnızca orta sınıf beyefendilerinin binebildiği oldukça güzel, küçük bir yaylı araba girdi. Arabada yakışıklı olmayan ama çirkin de gözükmeyen bir bey oturuyordu. Ne çok kilolu ne de zayıftı; yaşlı denemeyeceği gibi pek genç de sayılmazdı. Şehre gelişi hiç ses getirmedi, bununla beraber özel bir şey de olmadı. Yalnızca, otelin karşısındaki meyhanenin kapısında dikilen iki Rus köylüsü, yolcudan çok arabayla ilgilenerek birkaç söz ettiler. Biri diğerine: “Şu tekerlere bak!” dedi. “Ne dersin, bu tekerlerle Moskova’ya kadar gidilir mi gidilmez mi?” diye sordu. “Gidilir.” diyerek cevap verdi diğeri. “Ama bence Kazan’a kadar gidemez, ne dersin?” diye tekrarladı. “Kazan’a gidemez.” dedi. Konuşma böylece son buldu. Sonra araba otele yaklaşınca beyaz çizgili, oldukça dar ve kısa pantolonlu, altından tabanca şeklindeki bronz bir tula iğnesiyle tutturulmuş plastronu1 görünen, modaya uygun frakını giymiş genç bir adamla karşılaştı. Genç adam arkasına döndü, arabayı şöyle bir gözden geçirdi, rüzgârdan neredeyse uçup gidecek kasketini eliyle tuttu ve yola koyuldu.

      Araba avlu kapısından içeri girince beyefendiyi, bir meyhane hizmetçisi ya da Rus meyhanelerindeki deyişiyle “polovoy” karşıladı. O denli canlı ve hareketli bir adamdı ki yüzünü bile görmek mümkün değildi. Elinde peçeteyle, üzerinde arka kısmı neredeyse ensesine kadar çıkmış, pamuktan yapılma uzun redingotuyla, saçlarını şöyle bir savurarak hızlıca koştu ve beyefendiyi, Tanrı’nın ona bu geceyi geçirsin diye verdiği odayı göstermek için yukarıdaki ahşap kata hızlıca götürdü. Oda herkesçe bilindik bir odaydı. Zira otel de öyleydi; yani tam olarak günlük iki ruble karşılığında yolcuların her köşesinden kuru erik gibi gözüken hamam böceklerinin çıktığı, sessiz sakin fakat yolcularla alakalı en ufak ayrıntıyla ilgilenen, olağanüstü meraklı birinin yerleştiği yan odanın kapısının her daim bir komodinle kapatıldığı bir odaydı. Otelin dış cephesi de tıpkı içi gibiydi: Oldukça uzun, iki katlı bir binaydı; alt katın sıvası yapılmamıştı, kötü hava koşullarından ve pislikten kararmış koyu kırmızı tuğlalarıyla kendi hâline bırakılmıştı; üst katın her yeri sarı renkle boyanmıştı. Altta hamut,2 ip ve ekmek satan küçük dükkânlar vardı. Bu dükkânlardan köşede olanında ya da daha doğrusu köşedeki dükkânın penceresinde bakırdan yapılma sbiten3 semaveri ve tıpkı semaver gibi kıpkırmızı bir yüz duruyordu. Bu yüz öyle kırmızıydı ki içlerinden birisinin katran gibi simsiyah sakalı olmasaydı pencerede iki tane semaver var sanılabilirdi. Yolcu, odasını gözden geçirdiği sırada eşyalarını getirdiler. İlk yolculuğu olmadığı belli olan biraz yıpranmış beyaz deri bavulu, üzerine gocuk giymiş, kısa boylu arabacı Selifan ve üzerinde daha önce belli ki efendisinin eskisi, bol bir redingot giymiş biraz sert bakışlı, oldukça iri dudaklı, iri burunlu, otuzlu yaşlarındaki uşak Petruşka getirdi. Bavulun ardından, Karelya huş ağacından yapılma, küçük bir maun sandık, çizme kalıbı ve mavi bir kâğıda sarılmış, kızarmış tavuk getirildi. Tüm bunlar taşınınca arabacı Selifan, arabayla ilgilenmek üzere atların yanına yöneldi. Uşak Petruşka ise daha önceden paltosunu ve kendine has kokusunun sindiği çeşitli uşak kıyafetlerinin bulunduğu çuvalı; oldukça küçük, karanlık bir köpek kulübesini andıran odaya yerleştirmeye başlamıştı. Alçak, üç ayaklı yatağını odanın duvarına dayamış; otelin sahibinden yalvar yakar almayı başardığı Rus gözlemesi gibi yassı, sert ve belki de yine Rus gözlemesi gibi yağlı, şilteye benzer küçük bir şeyi yatağın üzerine seriyordu.

      Arabacı ve uşak bu işlerle uğraştığı sırada, bey ortak salona gitti. Her yolcu bu ortak salonları oldukça iyi bilir. Yağlı boyayla boyanmış, pipo dumanından üst kısımları kararmış ve alt kısımlarının ise çeşit çeşit yolcunun; daha çok da pazarların kurulduğu gün gelip ünlü “birkaç bardak çaylarını” içen yerli tüccarların sırtlarını dayayarak kirlettiği hep o aynı duvarlar, aynı isli tavan, garsonun üzerinde tıpkı deniz kıyısındaki kuşlar gibi bir yığın çay fincanının olduğu tepsiyi kıvraklıkla sallayarak yıpranmış muşambanın üstünde koşuşturduğunda kıpırdayıp şıngırdayan, her yerinden cam sarkan aynı avize, bütün duvarlarda yağlı boyayla yapılmış aynı tablolar… Kısacası bütün salonlar gibiydi burası da. Yalnızca tek bir fark vardı ki o da tablolardan birinde resmedilen perinin, sanıyorum ki okuyucunun bu dünyada asla göremeyeceği kadar büyük memeleriydi. Ne var ki doğanın buna benzer cilveleri, Rusya’ya ne zaman ve nereden getirildiği bilinmeyen çeşitli tarihî tablolarda bulunur. Bazı zamanlarda bizim sanatsever asilzadelerimiz bile tavsiye üstüne bu tabloları İtalya’dan getirtmiştir. Bey, başından kasketini çıkardı ve boynundaki capcanlı renkteki yün atkısını çözdü. Bu tarz atkıları evli beylere eşleri kendi elleriyle örerler, nasıl bağlayacaklarına dair oldukça ayrıntılı talimatlar verirler; bekârlara ise bu atkıları kim örüyor bilemem, bunu ancak Tanrı bilir; ben böyle bir atkı hiç takmadım ki. Bey, atkısını çıkardıktan sonra yemek sipariş etti. Ona meyhanelere özgü, gelip giden yolcular için saklanan birkaç haftalık börekle lahana çorbası, beyinli bezelye, sisli lahana, kızarmış tavuk, salatalık turşusu ve her daim servis edilmeye hazır tatlı ve tuzlu börek gibi çeşitli yemeklerden getirdiler. Bütün bu yiyecekler ona ısıtılmış ya da öylece soğuk bir şekilde getiriliyordu. Garsona meyhaneyi önceden kimin işlettiği, şimdi kimin işlettiği, iyi kâr yapıp yapmadığı, patronların büyük bir alçak olup olmadığı gibi yığınla saçma soru soruyordu. Garson, diğer garsonlar gibi “Ah, hem de çok büyük bir dolandırıcıdır beyim!” diye cevapladı.

      Kültürlü Avrupa’da olduğu gibi kültürlü Rusya’da da garsonla konuşmadan hatta bazen onlara tuhaf şakalar yapmadan yemek yiyemeyen oldukça fazla sayıda saygın insan vardır. Ne var ki yolcu yalnızca boş sorular sormakla kalmıyordu. Olağanüstü ayrıntılı bir şekilde şehrin valisinin, meclis başkanının, savcısının kim olduğunu soruşturuyordu. Kısacası önemli tek bir devlet memurunu bile atlamamıştı ama daha da ayrıntılı olarak hatta belki de büyük bir ilgiyle, bütün önemli toprak beylerini de soruşturuyordu. Kimin kaç tane canı vardı? Şehirden ne kadar uzakta yaşıyordu hatta karakterleri nasıl ve şehre ne sıklıkla geliyorlardı? Vilayetin durumunu; ilde ateşli salgın hastalıkların, ölümcül sıtma nöbetlerinin, çiçek hastalığının ve buna benzer şeylerin olup olmadığını dikkatle soruşturuyor ve bunları basit bir meraktan çok СКАЧАТЬ



<p>1</p>

Geleneksel olarak soluk gri desenli ipekten yapılmış, geniş, sivri kanatlı bir boyun bandı ya da kravat. (ç.n.)

<p>2</p>

Bir yükü atın boynu ve omuzlarına dağıtmak için kullanılan at koşumunun bir parçası. (ç.n.)

<p>3</p>

Rus mutfağından limon kabuğu, bal, reçel, kekik, nane, tarçın, karanfil, kakule, Hindistan cevizi, yenibahar ve benzer baharatlarla hazırlanan bir sıcak içecek. (ç.n.)