Güncü, zihnine yapışan hayalleri ve hayaletleri sanki şu sessiz kırın kırışık göğsüne zerre zerre saçarak sıkıntıdan kurtulmak istiyormuş gibi çala mahmuz koşuyordu. Bir saat, iki saat bu gezintiyi niçin yaptığını âdeta hatırlamadı, esen rüzgârla at uçuşundan doğan sert bir yeli birbirine karıştırdı ve bu karışıklığın yarattığı kasırga içinde koştu, ardındakileri de koşturdu. Lakin hizmetçisiyle ve seyislerle bir kelime konuşmadı.
Berikiler, öbür kadınla iki erkek, han karısının izinden geri kalmamak için bindikleri hayvanları zorluyorlardı. Biraz gerilemenin büyük bir hürmetsizlik olacağı mülahazasıyla atları ter ve köpük içinde bırakıyorlardı. Fakat seyisler, bu korkunç uçuş arasında da gene fırsat buluyorlardı, birbiriyle üç beş kelime fısıldaşıyorlardı.
Nihayet atlar yoruldu, böğürlerinde mahmuzlardan açılan yaralara rağmen artık koşmuyorlardı, koşamıyorlardı. Sessiz bir isyan içinde ayaklarını zaruri bir sükûnete doğru çeviren hayvanların bu azmini, neden sonra sezen Güncü Hatun, rüzgârların yelpazelediği hayalî uykusundan uyandı, atın başını çekti, dört tarafına bakındı.
Oh! Manzara ne kadar güzeldi! Gök ve yer, ufkun kapandığı yere kadar aynı lekesizlikle uzanıp gidiyordu. Biri yukarıda, biri aşağıda uzanan bu göz kapıcı enginlik, müştak ve mütehassir göğüslerini birbirine açan iki sevgiliye benziyorlardı. Bir mavi, biri sarı bir güzellik taşıyan bu sevgililer, şu derin sessizlik içinde neler ve neler söylüyorlardı…
Güncü Hatun, ne hizmetçisiyle konuştu ne seyislere bir söz söyledi. Tabiatın sevgi ve saygı ilham eden azameti önünde derin derin düşünmeye daldı. O, gözlerini dayanılmaz bir cazibe ile kendi enginliğine çeken göğe ve yere bakarken Altay Türklerinin bir efsanesini hatırlıyordu.
Bu efsaneye göre yer yokken, gök yokken, insan ve hayvan yokken, hiçbir şey yokken yalnız iki şey vardı: Kara Han, su!.. Kara Han’dan başka gören, sudan başka da görünen yoktu. Kara Han, yıllarca ve yıllarca bu yalnızlığa dayandı, sonra usandı. Kendisi gibi gören, bilen, yapabilen bir şey yaratmak istedi, bir “er kişi” yaptı. Şimdi ikisi, Kara Han’la bu yeni adam, iki kara kaz gibi suyun üzerinde uçuşuyorlardı, dolaşıyorlardı. Fakat yeni adam, kanatsızdı. Kara Han’dan daha yüksek yerlere fırlamak, daha hızlı uçmak istiyordu. Kara Han, yarattığı adamın bu arsız dileğini anladı, onun yersiz bir gurura kapıldığını sezdi, kendisini cezalandırmayı kararlaştırdı ve ona verdiği bilmek kudretini, uçmak kuvvetini geri aldı. Şimdi o, bir taş parçasına benzemişti. Ne takati vardı ne kuvveti. Baş döndürücü bir hızla suyun dibine doğru batıyordu.
Asi ve günahkâr adam, işin fenalaştığını pek çabuk anladı, yanık yanık tövbe etmeye başladı, suçunun bağışlanması için yalvarmaya girişti. Kara Han ona acıdı. Kendisine bilmek ve toprak üzerinde yaşamak kudretini verdi. Fakat uçmak iktidarını artık vermedi. Şimdi onun yaşayabilmesi için toprak lazımdı. Kara Han, suyun altından bir yıldız yükseltti, suçunu bağışladığı adama o yıldızdan bir avuç toprak alarak suyun yüzüne çıkmasını emretti. Adam, bu bir avuç toprağı alırken kendisi için gizli bir dünya yaratmayı düşünerek ayrıca bir parça toprak daha aldı, ağzında gizledi!.. Yukarı gelince Kara Han “Elindeki toprağı suyun yüzüne at!” dedi. Adam, bu emri yerine getirdi. Kara Han da toprağa “Büyü!” emrini verdi. Aynı zamanda adamın ağzındaki toprak da büyüyordu.
Eğer Kara Han, bu yeni günahın da farkında olarak ve gene ona acıyarak “Tükür!” demeseydi adamın ağzı parça parça olacaktı. Tamahkâr adam, bu emir üzerine tükürdü ve bu tükürükten dağlar, dereler vücuda geldi.
Kara Han, yarattığı büyük adayı boş bırakmamak için adanın ortasında bir çam ağacı yükseltti. Bu ağacın dokuz dalı vardı. Kara han, her dalın altında bir yeni adam yarattı. Bu dokuz adamdan insanların dokuz ırkı üredi. Kara Han, insanlara kılavuzluk etmek üzere Yayık adlı bir melek gönderdi. Yayık insanları, doğru yola götürmeye çalışırken ilk yaratılan kişi, onları baştan çıkarmaya, türlü türlü eğlencelere alıştırmaya uğraşıyordu. Kara Han, bu ahmak insanlara kızdı. Yeryüzünü darmadağın etmesini Yayık’a emretti. Yayık, mızrağının ucu ile yeryüzünün altını üstüne getirdi. Yeryüzündeki delikler, deşikler bu suretle vücut buldu. Kara Han, asi kişiyi de yer altına yolladı ve adını Erlik Han koydu.
Kara Han, yeryüzünü kendi hâline bıraktıktan sonra on yedi kat göğü yarattı, kendisi en sonuncu kata çekildi. Oğlu Bay Ülgen’i on altıncı kat gökte bir altın tahta oturttu, kendisini sulhun ve adaletin allahı yaptı. Öbür göklerin her birine bir allah yarattı. Yedinci kata Gün Ana’yı, altıncı kata Ay Ata’yı yerleştirdi. Üçüncü katta cennet, Sürve Dağı, Süt Gölü vardır. İyilik, melekleri olan yayıcılar, onların başı Yayık, namus ve güzellik ilahesi Ayzit, hep buradadır.
Kara Han, yukarıda bu işleri yaparken Erlik Han da yerin altında kara bir güneş yarattı, orasını bu kara güneşin kara ışığıyla aydınlattı. Kendisi kara bir taht üzerine oturdu. Körmüz, Karauzut, Ötker denilen melekleri, cinleri, şeytanları vücuda getirdi. Bu suretle Bay Ülgen’in mükâfat allahı olmasına karşı o, mücazat17 allahı sıfatını takındı. Dünyanın yaratılışında böyle çarpışmalar, kavgalar oldu. Sonunda da Erlik Han’la Yayık arasında mücadeleler, korkunç muharebeler olacak ve kıyamet kopacak!..
Güncü Hatun, bu efsaneyi düşünürken içine bir ezgi geldi, gözlerine bir bulantı yapıştı. Şu Kara Han’ın, şu Bay Ülgen’in, şu Yayık’ın gökten yere inmelerini, kendisine “Dile benden ne dilersin?” demelerini ister gibi oldu. Böyle bir mucize zuhur etse ilk dilek olarak mutlaka zihnindeki hayallerden kurtulmasını isteyecekti. Çünkü onlar, Temuçin’le Sardoğan, kendisini bu ıssız kırda da tatlı tatlı rahatsız ediyorlardı.
Güzel kraliçe, uzun bir lahza bu dalgınlıkta, bu hülyalar içinde kaldıktan sonra içini çekti, hizmetçisine döndü.
“Kız!” dedi. “Şu yat bilen tatla konuşayım mı?”
“Sen bilirsin hanımım.”
“Bana da bir şey gösterebilir mi dersin?”
“Bir değil, bin şey gösterir. O, çok yaman kişi!”
“Haydi bakalım, Yaradan’a sığınıp sınayalım.”
Güncü’nün verdiği işaret üzerine eski papaz, attan indi, yuları Sardoğan’ın eline verdi, kendisi yürüdü, han karısının yanına vardı, üzengisini öptü, yere kapanırcasına ulcaştı, ellerini göğsüne kavuşturup durdu.
Güncü’nün gözü Sardoğan’da idi. Gözü ağrılıklı sihirbazın bu beyaz benli, çok güzel yapılı gence atının yularını tutturmasına âdeta içlenmişti. Fakat müphem bir duygu ile kendisine alakalandığı bu gence karşı orada gene kayıtsız görünmek mecburiyetinde idi. Bu sebeple gözünü zorladı, bakışlarını Sardoğan’dan ayırdı, sihirbaz seyise döndü:
“Sen yat bilirmişsin, öyle mi?”
“Evet, ulu kadın. Gençliğimde çalıştım, öğrendim.”
СКАЧАТЬ
17
Mücazat: İşlenen bir suçtan ötürü ceza verme. (e.n.)