Arzulanmış . Морган Райс
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Arzulanmış - Морган Райс страница 6

СКАЧАТЬ temiz kıyafetlere, banyoya ve odanın köşesinde duran rahat yatağa minnettardı. Bir adım daha atabileceğini düşünmüyordu. Çok yorgundu, sonsuza kadar uyuyabileceğini hissediyordu.

      Elindeki kılıfla birlikte odanın köşesine yürüdü ve onu masanın üzerine bıraktı. Mektup bekleyebilirdi ama açlığı artık bekleyecek durumda değildi.

      Masadaki kadehi eline alıp incelemeye başladı. İçinde ne olduğunu biliyordu: beyaz kan.

      Kadehi dudaklarına götürüp içti. Kırmızı kandan daha tatlıydı ve vücuduna, damarlarına daha çabuk karışıyordu. Birkaç dakika içinde yeniden doğmuş gibi hissetmeye başlamıştı. Hiç olmadığı kadar güçlüydü. Sonsuza kadar bundan içebilirdi.

      Bitirince kadehi masaya bırakıp, mektup kılıfını eline aldı ve yatağına gitti. Uzandığında bacaklarının ne kadar yorulduğunu fark etti. Orada öylece uzanmak çok iyi gelmişti.

      Birkaç saniyeliğine küçük, basit yastığa başını yaslayıp gözlerini kapattı. Hemen sonra, kılıfı açıp babasının mektubunu okumaya karar verdi.

      Ama gözlerini kapadığı o anda bütün yorgunluğu onu bir anda sarıverdi. Denese de gözlerini açamadı. Birkaç dakika içinde uykuya dalmıştı.

      * * *

      Caitlin, elinde bir kılıç üzerinde savaş kıyafetleriyle Kolezyum’un ortasında ayaktaydı. Karşısına kim gelirse gelsin savaşmaya hazırdı, hatta savaşmaya dair bir istek duyuyordu. Ama etrafına baktığında stadyumun tamamen bomboş olduğunu gördü. Bütün sıralara tekrar bakmasına rağmen her yerin boş olduğunu görüyordu.

      Caitlin gözlerini kapatıp açtığında artık Kolezyum’da değildi. Bu kez Vatikan’da, elinde kılıçla duruyordu ama üstündekiler savaş kıyafetleri değil, rahibe kıyafetleriydi. Sistine Şapeli’ndeydi.

      Bulunduğu odada gözlerini gezdirdiğinde, bütün odanın düzgünce sıralanmış, beyaz cüppeleri içinde duran, masmavi gözlü vampirlerle dolu olduğunu gördü. Bütün dikkatlerini ona vermiş bir şekilde, sakin ve sessizce bekliyorlardı.

      Caitlin elindeki kılıcı düşürdü ve kılıç çınlamaya benzer bir sesle yere indi. Başrahibe doğru yavaşça yürüdü ve elinden beyaz kanla dolu büyük kadehi aldı. İçi dolup taşarcasına içiyordu.

      Birdenbire, Caitlin kendini çölün ortasında buldu. Yalın ayaklarıyla kumların arasında yürüyordu. Güneş tam tepesindeydi ve elinde kocaman bir anahtarı taşıyordu. Ama anahtar o kadar anormal bir şekilde büyüktü ki Caitlin’i yerin dibine doğru çekiyordu.

      Sıcağın içinde zorlukla nefes alarak, bir dağın eteklerine gelene kadar yürüdü. Dağın tepesinde durmuş, gülümseyerek ona bakan bir adam gördü.

      O adamın, babası olduğunu biliyordu.

      Caitlin birden koşmaya başladı. Bütün gücüyle koşuyor ve dağın tepesine, babasına yaklaşıyordu. O koşmaya devam ederken güneş orayı daha da ısıtmaya başlamıştı. Güneş tam da babasının arkasında duruyor gibiydi. Sanki güneş babasıydı ve Caitlin de direkt güneşe koşuyordu.

      Caitlin zorlukla nefes alarak ilerlemeye çabalarken, babası da kollarını açmış sarılmak için onu bekliyordu.

      Çıktığı yokuş birden daha da dikleşti ve Caitlin çok yorgun düştü. Daha fazla ilerleyemiyordu. Olduğu yere yığılıp kaldı.

      Caitlin gözlerini kapatıp açtığında babası karşısındaydı. Ona doğru eğilmiş, yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle duruyordu.

      “Caitlin, kızım. Seninle gurur duyuyorum,” dedi. Caitlin uzanıp babasına dokunmak istedi ama kocaman, ağır anahtar bu sefer de başında duruyordu ve resmen onu yere çivilemişti.

      Caitlin babasına bakarak konuşmaya çalıştı ama dudakları kurumuş, boğazı kavruluyordu.

      “Caitlin?”

      “Caitlin?”

      Caitlin kafası karışmış bir şekilde gözlerini açtı. Etrafına baktığında, yatağının başında durmuş gülümseyerek ona bakan adamı gördü.

      Adam yavaşça eğilerek Caitlin’in saçlarını gözünün önünden çekti.

      Hâlâ rüyada mıydı? Alnındaki soğuk terleri ve adamın bileklerine dokunuşunu hissetti. Rüya olmaması için yalvarıyordu.

      Çünkü tam önünde hayatının aşkı duruyordu.

      Caleb.

      Sam birden gözlerini açtı. Gökyüzüne bakıyor, kocaman bir meşe ağacının dalını görüyordu. Art arda gözlerini kırpıştırdı. Nerede olduğunu merak ediyordu.

      Sırtında yumuşak bir şey vardı ve oldukça rahat hissettiriyordu. Çevresine baktığında ormanın ortasında, bir yosun yığının üstünde yattığını fark etti. Gözlerini tekrar yukarıya çevirdiğindeyse etrafında rüzgârla birlikte dans eden düzinelerce ağaç olduğunu gördü. Duyduğu çağıldama sesine doğru döndüğünde hemen yanı başında bir dere olduğunu fark etti.

      Sam doğrulup oturdu ve etrafını iyice incelemeye başladı. Her yöne bakıyordu. Ormanın ortasında yalnız başına oturuyordu. Etrafındaki aydınlığın kaynağı ise ağaçların dalları arasından süzülen ışıktı. Kendini yokladı ve Kolezyum’da giydiği savaş kıyafetinin üzerinde olduğunu anladı. Burası oldukça sessizdi. Duyduğu şeyler yalnızca yanındaki derenin çağıldaması, kuşlar ve uzaktaki birkaç hayvanın sesiydi.

      Sam, bir rahatlama hissederek zamanda seyahatin işe yaradığını fark etti. Başka bir yerde ve başka bir zaman diliminde olduğu belliydi ama nerede ve ne zamanda olduğunu bilmiyordu.

      Yavaşça vücudunu kontrol etmeye başladı ve büyük bir yarasının olmamasına, bütün bir parça olarak kalabildiğine sevindi. Midesindeki ağrıyla birlikte çok aç olduğunu hissetti ama bununla yaşayabilirdi. Öncelikle nerede olduğunu anlaması gerekiyordu.

      Yanında bir silah olup olmadığını kontrol etmek için ceplerini yokladı.

      Ne yazık ki hiçbir şeyi yoktu. Yine tek başınaydı ve tek silahı çıplak elleriydi.

      Hâlâ vampir güçlerine sahip olup olmadığını merak etti. Damarlarında gezinen normalüstü bir kuvvet olduğunu hissedebiliyordu; bu yüzden hâlâ güçlerine sahip olduğunu düşündü. Ama sonra vakti gelmeden emin olamayacağını fark etti.

      Ve o vakit tahmininden daha çabuk geldi.

      Sam duyduğu bir dal çıtırtısıyla arkasını döndü ve kocaman bir ayının yavaş ama saldırgan bir şekilde ona yaklaştığını gördü. Donup kaldı. Ayı öfkeli gözlerle Sam’e bakıyor, dişlerini gösterip hırlıyordu.

      Bir saniye sonra СКАЧАТЬ